Yatak odasında laiklik
Türkiye'de modernleşmenin gardrop devrimciliğinden öteye gitmediği söylenirdi ya, iftiradır bu. Şahidiz: Devrimler gardrop kapısını açıp yatak odasına da müdahale eder.
Başbakan Erdoğan'ın "üç çocuk tavsiyesi"nin bence muhafazakâr aile politikalarıyla ilişkisi yok, aksine iktidarın yatak odasıyla hiçbir zaman kopmamış tipik ilişkisini yansıtıyor. 30 sene sonrasının hesabını yapan bir devlet yönetiminin olağan refleksiyle hareket ediyor. Ama ona gösterilen tepki "gardrop devrimi"nden sonra bir de "yatak odası laikliği"ni işaret ediyor gibi.
Modern toplumlarda devletin etki alanı hiçbir zaman vatandaşın yatak odalarını bir istisna alanı tutmamıştır. Bütün ulus devletler ekonomik yapılarına uygun olarak ihtiyaç duydukları nüfusa göre cinsel davranışları da belirlemeye çalışmıştır. Savaşların bol olduğu zamanlarda nüfus ihtiyacına paralel nüfus teşvik politikaları da artar.
Türkiye 1923 yılında savaştan çıkmış genç bir cumhuriyet olarak erkek nüfusunun büyük bir kısmını savaşlarda kaybetmiş olduğundan çok hızlı bir nüfus artışına ihtiyaç duymuştur. O yüzden Atatürk'ün hayatta olduğu bütün yıllarda, hatta İsmet İnönü'nün bütün iktidar yıllarında nüfus artışını alabildiğine teşvik eden bir politika güdülüyordu.
O zamanlar belli ki yatak odası henüz laikliğin tanım aralığına girmemişti. Cinsel davranışlarla laiklik arasında bir ilişki kurulamıyordu. Bu ilişki galiba 1965 yılından itibaren kurulmaya başlandı. 1965 yılına kadar nüfusu teşvik politikaları (pro-natalist politikalar) izlenirken bir anda "Nüfus Planlaması Hakkında Kanun" çıkarılarak tam aksi (anti-natalist) bir politika dönemine geçildi. Bu iki dönem arasında hiçbir geçiş döneminin olmaması başlı-başına ilginçtir, ama bu geçişin bir anda sadece yasalar düzeyinde kalmadığını bilmek gerekiyor.
Devletin yatak odasıyla ilgili politikalarına bütün bilim disiplinleri kendilerince bir karşılık vermişlerdir hemen. 1965 yılına kadar tıp bilimi, çok çocuk doğurmanın bebek ve kadın sağlığına yararları üzerinde dururken, psikoloji bunun çocuk psikolojisi üzerindeki olumlu etkileri, sosyoloji de bu sürecin ülke kalkınması ve insan sosyalleşmesi üzerindeki olumlu işlevleri üzerinde duruyordu. Tabii ki ilahiyat bilimleri de bu pro-natalist söyleme katılarak çok çocuk sahibi olmanın sevapları üzerinde duruyordu.
1965 yılından önce yayınlanmış sağlık, psikoloji, sosyoloji ve ilahiyat yayınlarına bir bakın isterseniz. Tabii eliniz değmişken bir de 1965 yılından sonra yayımlananlara bakın. çok çocuk doğurmanın tıbbi, psikolojik, sosyolojik, estetik sakıncaları hakkındaki "bilimsel gerçeklerin" hızla değiştiğini görürsünüz.
Belki inanmayacaksınız, İlahiyat Dergilerinde 1965 yılından hemen sonra konunun dini boyutu şu soru etrafında birkaç yazıyla tartışılmıştır: "İslam'da doğum kontrolü caiz midir?" Eh, Peygamberinin, ümmetinin çoğalmasını teşvik ettiği çok iyi bilinen İslam'da konu tabii ki ancak bu soru etrafında ele alınabilirdi ve tahmin edilebileceği gibi böyle bir soruya ilahiyatçılar ancak 1965 yılından sonra muhatap olup olumlu cevap verebilmişlerdir.
1965 yılı Türkiye'nin kalkınmada planlamaya geçtiği ilk dönemin başıdır. 1950 yılında başlayan hızlı kentleşme bir anda eğitim, konut, ulaşım ve sair sorunlarıyla yönetimi alabildiğine zor bir manzara ortaya çıkarmıştır. Bu zorlukların karşısında doğumları yavaşlatmak devletin yönetmekten aciz kalarak havlu atmasından aşka bir anlama gelmiyordu aslında. Akıl yürütme son derece basit ve düzdür: Nüfus ne kadar az olursa sorunları o kadar az olur.
Bu basitçiliği nüfus ve kalkınma arasında ilk modernist dönemlerde paylaşılan bazı varsayımlar da kolaylaştırıyordu. Ancak sonradan BM ve UNESCO nüfus ve kalkınma raporlarının tashihli görüşü nüfus ve kalkınma arasındaki ilişkinin zannedildiği gibi olmadığını ortaya çıkarmıştır. çoğalan nüfusun gelişmeyi yavaşlattığı varsayımı tembel hükümetlerin mazeretçi söylemi olarak mahkum edilmiştir. Milli eğitimi okullardan arındırarak yönetme arzusu kadar da komiktir.
çoğalan nüfus tabii ki yeni sorunlar üretir ama bu sorunlarla baş etmek hükümetlerin performansını ve kalitesini artırır. Sorunları çözmek yerine onlardan bir kez kaçtınız mı dibi bulmaktan kaçmanız da mümkün olmuyor. Bu sorunlardan kaçmanın bir yolu olarak ilk akla gelen nüfus planlamaları yine zannedildiği gibi uzun vadede çok daha büyük sorunlar yaratmaktadır.
Ayrıca kentleşme ve modernleşme zaten doğal yollarla nüfus artış hızını yeterince yavaşlatmaktadır. Batılı ülkeler ciddi bir müdahalede bulunmadıkları halde tamamen kentleşmenin sonucu olarak azalan nüfuslarının ürettiği sorunlara bugün kara kara çare bulmaya çalışmaktadır.
Dünkü Radikal gazetesinde yapıldığı gibi, sokağa terk edilen "Garip" çocukla ilgili yarım yamalak dramlarla işi sulandırmanın anlamı yok. O çocuğun veya benzer çocukların konuyla hiç bir ilgisi yok. Hâlbuki bu gazetenin dâhil olduğu grubun şimdiye kadar destek verdiği darbelerin, siyasi manipülasyonlarının daha şimdiden kaç milyon çocuğun rızkına mal olduğuna bakmak çok daha ilgili ve gerçek dramları gösteriyor.