İslâm birliği...
Ne yazık ki, İslâm dünyası kendisini çok yakından ve doğrudan ilgilendiren pek çok konuda ortak bir inisiyatif geliştirerek dayanışma içerisinde müşterek politikalar uygulama noktasına hâlâ gelebilmiş değil.
Said Nursî’nin bir asır önce “bu zamanın farz vazifesi” dediği ittihad-ı İslâmın bugün dahi çok uzağındayız. İslâm coğrafyasında onyıllardır çözülemeyen ve giderek daha da kronikleşen sorunların temelinde yatan en önemli sebeplerin başında bu son derece hazin durum geliyor.
Başındaki diktatör kullanılarak yıllarca İran’la savaştırıldıktan sonra Kuveyt’e saldırtılıp iki aşamalı bir planla işgal edilen Irak’ın hali ortada.
11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulan—ve on senedir hâlâ ele geçirilemeyen!—Usame bin Ladin’i takip ve Taliban’la savaş gerekçesiyle başlatılmış olan işgalin Afganistan’ı ve ona bağlı olarak komşusu Pakistan’ı ne hale getirdiği de.
Ve İsrail’in kurulduğu 1948’den beri devam eden Filistin dramı, başlı başına derin bir trajedi.
Eğer 1950’lerin ortasında Türkiye, Irak ve Pakistan arasında imzalanan ve Bediüzzaman’ın, dönemin Cumhurbaşkanı ile Başbakanına mektup yazarak tebrik ettiği Bağdat Paktı yaşatılabilse ve geliştirilseydi, durum çok farklı olurdu.
İslâm toplumunun üç ana unsuru olan Türkler, Araplar ve Hint yarımadasıyla birlikte Uzakdoğu Müslümanlarını da temsil eden Pakistanlıların bu ittifakı, Üstadın “Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye” olarak ifade ettiği “Birleşik İslâm Cumhuriyetleri” modelinin temeli ve çekirdeği olabilirdi. Ne yazık ki, buna imkân verilmedi.
Bağdat Paktı anlaşmasına imza koyan devlet adamları, bilâhare dış destekli ve kanlı iç darbelerle devredışı bırakılıp tasfiye edildi. İleriki aşamalarda da ittifak işlevsiz hale getirilip dağıtıldı.
Bu dağınıklık, 1967’de bazı fanatik Yahudilerce tevessül edilen Mescid-i Aksa’yı yakma girişiminin tetiklediği infial sonrasında, dönemin Suud Kralı merhum Faysal’ın yaptığı çağrı üzerine İslâm ülkelerini bir araya getiren İslâm Konferansı Teşkilâtının kurulmasıyla nihayete erer gibi oldu. Ardından, Batıya karşı petrol ambargosu uygulamak gibi etkili eylemler de yapıldı.
Ancak İKT’nin dayandığı temeller, üyelerini yekvücut hale getirecek şekilde sağlamlaştırılıp içi doldurulamadığından, sonraki süreçte bu teşkilât sür’atle silikleşti ve etkisiz bir hale geldi.
Son dönemde, Genel Sekreter Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bu hale son verme yönündeki gayretleri, inşaallah olumlu sonuçlanır.
Ancak mesele hantal bir bürokratik yapının ayağa kaldırılmasıyla sınırlı değil. Ki, onu yapmak dahi şu şartlarda son derece zor görünüyor.
Asıl yapılması gereken ise, İKT’yi oluşturan birlikteliği, İslâm kardeşliği şuuruyla yeni ve taze bir ruh kazandırıp, İslâmı, özüne sadık kalarak çağdaş ve evrensel değerlerle buluşturan bir anlayış temeline oturtmak; hak ve hürriyet, demokrasi, adalet ekseninde tekrar yapılandırmak.
Ve işin özellikle bilim, eğitim, kültür temelini çok sağlam inşa etmek. Ki, Said Nursî’nin Bağdat Paktıyla ilgili mektubunda bir kez daha geniş bir şekilde açıkladığı Medresetüzzehra projesi, bu noktada hâlâ hayata geçirilmeyi bekleyen ideal bir formül olarak önümüzde duruyor.
Bediüzzaman, ana hedeflerini “Irkçılığa karşı İslâm kardeşliğini inkişaf ettirecek; felsefe fenleriyle dinî ilimleri, Avrupa medeniyetiyle İslâm hakikatlerini barıştıracak; Anadolu’da medrese ve mektebi birleştirecek” diye özetleyebileceğimiz şekilde ifade ettiği bu üniversiteyi “Ortadoğu barışının temel taşı” olarak tavsif ediyordu.
Böyle bir vizyon ve perspektiften bakıldığında, kimi İslâm ülkelerini yıllardır ona kilitlediği halde netice vermeyen ve mağdur Filistin’e de hiçbir faydası olmayan “İsrail’i yok etme” eksenli politikaların yanlışlığı çok daha iyi anlaşılıyor.
İslâm dünyasının balistik füze ve nükleer silâhlara değil, cehalet, zaruret ve ihtilâfa karşı san'at, marifet, ittifak seferberliğine ihtiyacı var.