Çiğ yedikleri için karınları ağrıyanlar
Lisedeki Fransızca kitabımızda şöyle bir okuma parçası vardı. Yüksek düzeyde bir bürokrat, hemen her toplantıdan sonra o zamanki Fransa Kralına:
“Etrafınızı tümüyle hırsızlar sarmış Haşmetmeap” diyor. Kral kızıyor. Bu iddiasını ispat edemezse kendisini giyotine göndereceğini, yani kellesini vurduracağını söylüyor.
Adam iddiasını ispat edebilmek için, Kralın bir gece resepsion vermesini, salona giden koridorlara, ne kadar para, altın, gümüş, kıymetli mücevherat varsa iki taraflı yığdırmasını, ışıkları da kıstırmasını söylüyor.
Belirlenen saatte, Resepsion Salonu, kadın erkek davetlilerle doluyor. Caz çalmaya başlayınca, adam, Kraldan dansa kalkmalarını istiyor. Herkes dansa kalkıyor. Krala eşlerin ayrılmasını, herkesin ferden oynatılmasını söylüyor. Kral bu dediğini de yapıyor.
“Şimdi de caza emir buyurun. Caz çok hareketli bir oyun havası çalsın. Herkes ona ayak uydurarak oynasın” diyor. Kral emredince herkes söyleneni yapıyor.
Yapıyorlar ama, âdeta kaplumbağa yavaşlığı ile oynuyorlar. Kimsenin kolu kalkmıyor.
Robot gibi kendi eksenleri etrafında dönüp duruyorlar. Kral bu hantallıktan bir şey anlayamıyor. O kadar kalabalık arasında sadece bir kişi, cazın temposuna uyarak, başını ve kollarını yukarıya rahatça kaldırıp indiriyor. Ayaklarını serbestçe sallıyor. Bazen göbek hizasına kadar kaldırıyor. Kollarını kanat çırpar gibi iki tarafına fırlatıyor. O zaman Ölüm Cezası ile burun buruna gelmiş olan, (Bizim gibi Merhaba Kör kadıcı) olan, patavatsız iddia sahibi, “İşte Haşmetli Kralım, yakınların arasında tek nâmuslu adam işte şu çılgınca oynayan kişidir. İnanmıyorsanız, herkesin ceplerini aratın” diyor.
Kral isteneni yapıyor. Bir de bakıyor ki, adamları mücevher dolu, yarı karanlık koridorlardan geçerken, ceplerini, koyunlarını, kol yenlerini çalıntı mücevheratla öylesine doldurmuşlar ki. Hareket etseler çaldıklarından ses çıkacak. Onun için kaplumbağa ağırlığı ile oynuyorlar. Hareketli oynayan öbür adamın cebinden ise kendi parasından başka 1 kuruş çıkmıyor.
Biz de “sırça sarayda oturan başkasının Köşküne taş atmamalıdır” diye güzel bir atasözü vardır. Atatürkçülüğün arkasına saklanarak, Sayın Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK Başkanlığına seçilmesine itiraz edenler. Vaktiyle yürütüp yediklerinin hesabının sorulacağından korkuyorlar. İşte bütün çırpınışları bundan. Dün de yazdığımız gibi anlaşılıyor ki Çiğ Yemişler. Yalnız karınlarının ağrımasıyla da kalmayacaklar. Rezil rüsvay olacaklar. Bir kısım Kartel Medyası da kendilerini kurtaramayacak. Bu az mes’ele mi?
Nâmuslu kalemler daha bu günden, Sayın Kemal Gürüz ve Sayın Erdoğan Teziç zamanlarında, bazı kişilerin kayırıldıklarını, haklarındaki iddia ve isnat dosyalarının sümen altı edildiğini kurcalamaya başladılar. Onlar zamanında yapılan, akıl almaz yolsuzluklardan haber veriyorlar. Bizce de Kamu Hizmetinde: “Kol kırılır, yen içinde kalır” geçerli olmamalıdır. Bazı kayırmalar ve dosyaları sümen altı etmeler, maksatlı da olmayabilir. Ancak bu, sonucu değiştirmez. Herkes yaptığının hesabını, bu dünyada değilse bile öbür tarafta mutlaka verecektir. Eski Rektörler, hiçbir menfaat beklemeden, Meslektaşlarına iyilik yapmak istemiş olabilirler. Bu son derece insanî bir tutumdur ama… Yolsuzluklar Atatürkçülük perdesi altında yapılmasaydı. İkide birde: “Temel İlkeler Çiğneniyor, Lâik Cumhuriyet yıkılıyor! İrtica Hortluyor! Devlet elden gidiyor! Yaygarası kopartılmasaydı! Vatandaşlarımızın büyük bir kesimine, İftira da atılmasaydı! Zulüm yapılmasaydı.”
Sözde Atatürkçülerin bugünkü tutumuna tam ters düşen bir Yolsuzluk Olayı vardı İnkılabımızda… O zamanki Bahriye Nazırı, İhsan Beyin başına gelenleri herkes bilir. Cumhuriyetin en aktif Bakanına, ne Mustafa Kemal, ne de İsmet İnönü sahip çıkmışlardır. İhsan Bey cezasını çekmiş, sefalet içinde ölmüştür. Eski Rektörler ne hakla bazı dosyaları sümen altı etmişler? Bunun hesabı elbette sorulacaktır. Aksini söyleyenler, eski bazı Rektörlere büyük kötülük yapmış olacaklardır. Bıraksınlar adamlar gitsin yargılansın. Beraat edip temizlenenleri ben bizzat gidip tebrik edeceğim. Saygılarımla…