Hangi model?
Tunus’la başlayıp Mısır’la devam eden ve diğer Arap ülkelerindeki yansımaları da dikkatle takip edilen olaylar için Türkiye’de, çıkış noktasına ve sahip olunan dünya görüşüne göre değişen farklı yorumlar yapılıyor.
Bu yorumlardaki ortak nokta, söz konusu olaylar için seslendirilen “halkın tepkisi” tesbiti.
Ama ondan sonra yollar ayrılıyor.
AKP, Mübarek’e ve onun şahsında tepkilerin hedefi olan diğer Arap rejimlerine “Halkın sesine kulak verin” çağrısı yaparken, ülke içinde farklı sebep ve gerekçelerle kendisine yönelen benzer tepkileri kulakardı etmekle eleştiriliyor.
Meclisten geçen “torba yasa”yı protesto eylemlerinin polis tarafından biber gazı kullanılarak püskürtülmesi, yakın zaman önce Dolmabahçe önünde yaşanan benzer görüntüleri hatırlatarak, eleştirilere yeni malzemeler veriyor.
Bakalım, sistemli ve organize bir biçimde yaygınlaştırılmak istendiği anlaşılan eylemlerin devamı ve bunlara karşı hükümetin sergileyeceği tutum, önümüzdeki süreçte nasıl şekillenecek?
Diğer bir ayrılma noktası, olaylardan hareketle yapılan Türkiye kıyaslamalarında beliriyor.
Bizdeki klasik CHP çizgisi, “Arap ülkeleri Atatürk gibi liderlerden mahrum oldukları için bu sıkıntıları yaşıyorlar. Onları kurtaracak olan şey, M. Kemal modeli” iddiasını seslendiriyor.
Hattâ Tunus Büyükelçimiz, bu ülkedeki olaylarla ilgili olarak Türkiye Dışişleri Bakanlığının yaptığı açıklamada laiklikten söz edilmemesini eleştirerek, “Onları laikliğe teşvik etmek, bölgede laik olan tek ülke Türkiye’ye düşmez mi?” diyor (Cumhuriyet, 3.2.11) ve görevden ayrılıyor.
Halbuki Tunus, bu konuda Türkiye’ye en çok benzeyen ülke. Ve yarım asrı aşkındır M. Kemal mukallidi diktatörler tarafından yönetiliyor.
Mısır başta olmak üzere diğer Arap ülkelerinin birçoğu da aynı durumda. Yani, M. Kemal modelini örnek alıp, o çerçevedeki icraatlarıyla ülkelerini bugünkü sıkıntılı noktaya taşımışlar.
Burgiba’dan Nâsır’a, Saddam’dan Esad’a, Bin Ali’den Mübarek’e, hepsinin benzer yönü bu.
Dolayısıyla, bu ülkelerin M. Kemal modeline ihtiyacı yok. Çünkü bu modeli kendi şartları içinde uygulayarak bugünlere kadar gelmişler.
Ve bu durum, yaşanan krizleri sonuç vermiş.
Eğer Türkiye model ve örnek olarak gösterilecekse, bu ancak M. Kemal sisteminden bir ölçüde de olsa çıkabilmesine imkân vermiş olan demokrasisi ile yapılabilir: Tek şahıs ve tek parti diktasıyla değil, özgür seçimlere dayalı çok partili sistemle yönetilen demokrat bir Türkiye.
Ama bu demokrasinin de, altmış senelik bir geçmişe sahip olmasına rağmen hâlâ ciddî eksik ve kusurları var. Ki, bunlar AB sürecinde her yıl yüzümüze tutulan birer ayna niteliğindeki “ilerleme raporları”nda tek tek kayda geçirilmekte.
Demokrasimizin Avrupa standartlarında bir kaliteye ulaşamamasının en önemli sebebi ise, yine Kemalizm kaynaklı darbe ve müdahaleler.
Demokratik süreci defalarca kesintiye uğratıp sivil kadroları tahrip eden bu darbeler yüzünden bir türlü olmamız gereken yere gelemedik.
2011 Türkiye’sinin hâlâ bir darbe anayasası ile ve ona paralel şekilde hazırlanmış temel kanunlarla yönetiliyor olması, bugün kimileri tarafından Arap dünyasına örnek gösterilen demokrasimizin en büyük kamburu, ayıbı ve utancı.
Artık bu utançtan bir an evvel kurtulmalıyız.
Ve topyekûn bir demokratikleşme hamlesiyle demokrasimizin üzerindeki—asker, yargı, bürokrasi ve siyaset kaynaklı—bütün vesayetleri kaldırıp, objektif ve evrensel hukuk prensipleri temelinde ve ahlâkî ve manevî değerler ekseninde tamamen hür bir toplum inşa edebilmeliyiz ki, gerçek anlamda bir model oluşturabilelim.
Bunun için ise, Kemalist zihniyet ve yapının sistemdeki bütün tortularını temizleyip, hukuk, demokrasi, laiklik kavramlarını doğru yorumlamamız ve o şekilde uygulamamız icab ediyor.
Model meselesinde bir de “AKP modeli”nden söz ediliyor ki, onu da ayrıca tahlile çalışalım.