Meşveret ve hürriyet
Geçen haftaki yazımızın sonunda, 100. yılını idrak ettiğimiz ve bunu vesile kılarak, yaygın şekilde özel gündemli, müzakereli okuma programlarına konu edilmesi gerektiğini düşündüğümüz Hutbe-i Şamiye’nin son kısmından şu çok dikkat çekici cümleyi aktarmıştık:
“Çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden (ortaya çıkan) hürriyet-i şer’iyedir...” (a.g.e., s. 355)
Çok geniş ve kapsamlı hakikatlerin sığdırıldığı bu cümlede, öncelikle, gerek özel, gerekse kamusal hayatın her alanında değişik kılıklarla kendisini gösterebilen çok farklı, “çeşit çeşit” istibdatlardan söz edilmesi son derece manidar.
Bunları, insanın kendi dünyasında karşı karşıya olduğu nefisten başlatıp, giderek genişleyen daireler halinde aile, okul, çevre, devlet ve dünya... halkalarına kadar sirayet ederek zehrini akıtan istibdat tezahürleri şeklinde anlamak lâzım.
Nerede açık veya örtülü bir tazyik, tahakküm ve psikolojik baskı varsa, orada hürriyet, istibdadın kayıt ve zincirleri ile bağlanmış demektir.
Ferdî hayatta nefsin kalbe; ailede babanın eşine ve çocuklarına, ağabey veya ablanın küçük kardeşlerine; okulda müdürün öğretmen, öğrenci ve müstahdemlere; iş hayatında yöneticinin çalışanlara; devlette hükümetin ve bürokrasinin topluma... uyguladığı “çeşit çeşit” istibdatlar...
Hiyerarşik yapıda tepeden başlayıp dikey olarak alt kademelere yayılan, yatay ilişkilerde de gücü elinde tutandan zayıflara yönelen baskılar...
Bu kayıt ve zincirler nasıl açılıp dağıtılacak?
Bunun için Üstadın gösterdiği formül, iki temel esasa dayanıyor: meşveret ve hürriyet. Ve ikisini de “şer’iye” sıfatını ekleyerek zikrediyor.
Zira meşveretin de, hürriyetin de gerçek anlamlarıyla anlaşılıp yaşanabilmesi, İslâmın gösterdiği ölçülere göre tanımlanıp yorumlanmalarına ve o şekilde uygulanmalarına bağlı. Onun için Üstad, tâ meşrûtiyet günlerinden itibaren yaptığı izahlarda ısrarla hep “hürriyet-i şer’iye” ve “meşveret-i şer’iye” ifadelerini kullanıyor.
Meşveret-i şer’iyenin çeşit çeşit istibdat kayıt ve zincirlerini açıp dağıtabilmesi için ise, imandan kaynaklanan şehamet, cesaret ve dirayetle yine imanın getirdiği şefkatin bir araya gelmesi ile doğacak olan hürriyet-i şer’iyeye ihtiyaç var.
Hürriyeti “imanın bir hassası” olarak niteleyen Üstad, bu imanın hürriyet-i şer’iyeyi netice veren iki tezahürünü kısaca şöyle ifade ediyor:
* Allah’tan başka kimseye boyun eğmemek.
* Allah’ın yarattığı hiçbir şeye zulmetmemek.
Şehamet, cesaret ve dirayet gibi kelimelerle ifade edebileceğimiz birinci haslet, hakkın hatırını hiçbir şeye feda etmeyip, gerekirse bu uğurda her türlü baskı ve tahakküme karşı tavır koymak ve mücadele etmek olarak tezahür ediyor.
İkincisi ise, başkasından kaynaklandığında boyun eğmeme iradesinin gösterildiği baskı ve tahakkümleri bizzat yapmaktan da kaçınıp, yaratılmışlarla şefkat, merhamet ve muhabbet eksenli bir muhatabiyet ilişkisini sonuç veriyor.
Ve ikisinin bir arada mezcedilmesi, şehamet ve cesaretin haşinlik ve gaddarlığa, şefkat ve merhametin de zaafa dönüşmesini engelleyen bir dengeyi sağlıyor. İşârâtü’l-İ’caz’da Fatiha Sûresi tefsir edilirken kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi olan korkaklık ile, ifrat mertebesi olan tehevvür arasında, sırat-ı müstakimi ifade eden şecaat mertebesiyle anlatılan orta çizgi (s. 45-6).
Bu çizgi, hakkın hatırını müdafaa ederken gösterilmesi gereken dirayeti, bu hedefe de zarar verebilecek gereksiz sertliklerden koruyan şefkatle dengelerken, şefkat ve merhamet duygusunun yersiz kullanımıyla haksızlığa müsamaha gösterip göz yumma, hattâ boyun eğip teslim olma gibi hallere düşülmesine de izin vermiyor.
Çeşit çeşit istibdatların kayıt ve zincirlerini açıp dağıtacak bir meşveret-i şer’iye de, ancak bu mânâlara uygun hürriyet-i şer’iyenin hakkıyla yaşandığı bir zemin ve ortamda başarılabiliyor.