Haklı şûrâ
Hutbe-i Şamiye’nin meşveret ve şûrânın önemini vurgulayan son bölümünde çok dikkate değer şu cümleler yer alıyor:
“Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâs’ında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü (dayanışmayı) netice verdiğinden, üç elif yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakikî ile, üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın, hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye (tarihî olaylar) bize haber veriyor.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe-i Şamiye, s. 355)
Bu cümlelerde iç içe mânâları ifade edecek şekilde kullanılan anahtar kelime ve kavramları ihlâs, tesanüd ve meşveret olarak özetleyebiliriz.
Bunlar birbirini tamamlayıp güçlendiren üç temel prensip. Hakikî bir tesanüd ve dayanışma, sadece Allah rızası için bir araya gelen ve birbirlerini Allah için sevip, yine Allah yolundaki hizmetler için omuz omuza veren insanlar arasında tesis edilebilir. Bunların dışında başka hesapların araya girdiği ilişkilerde gerçek bir dayanışma olmaz; geçici birliktelikler, bazan basit ve sıradan sebeplerle, kısa zamanda dağılma riski taşır.
Ve samimî bir tesanüdün başarılması, mensuplarının iç dünyalarındaki ihlâsı güçlendirir.
Böyle ihlâsa dayalı bir tesanüd ve dayanışmayı koruyup geliştirerek sürdürebilmenin yolu ise, “haklı şûrâ” olarak ifade edilen prensibi hakkıyla yaşayıp hayata intikal ettirebilmekten geçiyor.
Niye düz bir ifadeyle “meşveret, şûrâ, istişare” demek yerine “haklı şûrâ” tabiri tercih ediliyor?
Burada da çok önemli incelik ve nüanslar var.
Bir defa istişarelerin münhasıran hakkı bulma niyet ve kastıyla, görüşülen konuda en doğru karara varabilmek amacıyla yapılması gerekiyor.
Bunun için, müzakere edilen husustaki ana çerçeveyi belirleyen ölçü ve prensiplerin esas alındığı bir zeminde, her fikrin doğru bilgilere dayalı olarak özgürce—uygun, yapıcı bir üslûpla—ifade edilip saygı gördüğü, herkesin ifade edilen fikirlere önyargılardan uzak bir şekilde odaklanıp onlardan en doğru ve sağlıklı sonuçları çıkarmaya çalıştığı bir katılım ortamı sağlanmalı.
Hak namına da olsa, Üstadın “istibdad-ı ilmî” olarak ifade edip, ihtilâfların kaynağı olarak gösterdiği dayatmacı tavırlara meydan verilmemeli.
Böylesi tavırlar olursa da, onlara karşı hürriyet-i şer’iyenin gereği olan medenî cesaret ve dirayet gösterilerek, fikirler yine dile getirilmeli.
Şahsî fikirlere uymasa da, meşveret neticesinde alınan karara hep birlikte sahip çıkılmalı ve gereğini yerine getirmek için çaba sarf edilmeli.
Eğer istişare sisteminin çeşitli sebeplerle düzgün işlemediği ve bu yüzden meşveretlerden sağlıklı sonuçlar çıkmadığı düşünülüyorsa, şûrâ müessesesini yıpratıp kardeşlik hukukuna zarar verecek yıkıcı ve tahripkâr eleştirilerde bulunmak yerine, var olduğu söylenen sebeplerin izalesi için yapıcı katkılarda bulunmaya çalışılmalı.
Meselâ, değişik sebep ve gerekçelerle köşeye çekilip de, bizzat katılmadığı istişarelerden çıkan kararları eleştirmek gibi yanlışlara düşülmemeli.
Her halükârda, meşveret kararlarına saygılı olunup, onu yıpratacak tenkitlerden kaçınılmalı.
Aslında meşveretler, “haklı şûrâ” ifadesindeki mânâların hakkı verilerek yapılabilse, ortada niza ve tartışma konusu olabilecek fikir ayrılıkları ve ihtilâflar da kalmaz, meşrep ve mizaç uyuşmazlığından kaynaklanan sürtüşmeler de biter.
Eğer meşveretlere rağmen bu çeşit sıkıntılar devam ediyorsa, o zaman haklı şûrânın gereklerinin tam olarak yerine getirilip getirilmediğinin de yine meşveret zemininde irdelenmesi gerekir.
Uhud savaşı ve mağlûbiyeti sonrasında nâzil olan âyette Peygamberimize verilen “Allah’tan bir rahmet sebebiyledir ki, sen Ashabına yumuşak davrandın. Eğer kötü huylu ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için Allah’a istiğfar et ve onlarla iş hususunda istişare et” (Âl-i İmran: 154) mesajlarından bizim de alacağımız çok dersler var.