Selahaddin Çakırgil

Selahaddin Çakırgil

'Şeb-i Yeldâ'da, bayram..

'Şeb-i Yeldâ'da, bayram..

365 günlük Güneş Yılı’nın 20 Aralık’ı 21 Aralık’a bağlayan gecesi (bu gece, kuzey yarımkürede (Hatt-ı istivâ’nın, ekvator’un kuzeyindeki dünyada) yılın en uzun gecesidir.. ‘Şeb-i Yeldâ’ (en uzun gece) şairlere hep ilham kaynağı olmuştur.. Ama, ondan da önce, zaman dediğimiz şey nedir? Bunu asırlarca önce, Molla Sadrâ, ‘zaman’ ile ‘hareket’in aynîliğini ifade etmişti. Her şey hareketsiz olsaydı, sahi, zaman mefhumuna yer olur muydu?
Merhûm Necîb Fâzıl da‚ ‘çile’sinde ‘Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta? / Sonum varmış, onu öğrensem asıl..’ derken, dünyanın ve mukevvenâttaki bütün cisimlerin hareketinin sırrını ve ‘ezel’ (öncesizlik) ve ‘ebed’ (sonsuzluk) ve ‘ecel’ (hayatın bitmesi) gibi konulardaki duygu ve tasavvurların kaynağını kavramaya çalışıyordu.

Daha çok ayyâşlığıyla, sarhoşluğuyla bilinen ve amma, o şarabın yanında, varlık âleminin sırrlarını kavramaya çalışmaktan dolayı bile sarhoş olduğu, ‘Ecel şarabın sunulunca, âhh etme; Sıran gelince içmezlik edemezsin..’ mısralarından da anlaşılabilecek ünlü ömer Khayyâm da, 950 yıl önce (yani, Avrupa-hristiyan âleminde dünyanın döndüğünün düşünülmeye başlanmasından 600 yıl öncelerde), ‘rubaî /dörtlük’lerinde bakınız, ne diyordu: ‘Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?/ Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?/ Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen,/ Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte.. (…) ‘Mezarda yatanların toz toprak herbiri,/ Zerre zerre dağılıp gitmiş bedenleri../ Ne şarab ki, bir içen sızmış Mahşer’e dek,/ İşten-güçten habersizler, asırlardan beri..’ (…) ‘Senden benden önce de vardı, bu gün ve bu gece/ Felek dönüp durmadaydı hep, bu gördüğünce../ Usûulca bas toprağa, çünkü bastığın yer,/ Bir güzelin gözbebeğiydi, beş-on yıl önce..’

Mukevvenatı kavramaya çalışmanın verdiği ve sıradışı, bir güzel sarhoşluk, bu..

Evet, ‘şeb-i yeldâ’dan söz etmek isteyince, söz Khayyâm’a kadar uzandı.. çünkü, zaman dediğimiz kavram, sadece kozmografyayla ilgili bir kavram değil, herkesin idrak, bilgi ve müşahade güç ve seviyesine göre, bir başka mânaya bürünür. Bu bakımdan, ‘âşıka sor, muvakkıt (vakit ölçen) ne bilir şeb-i yeldâ’yı..’ diyen şair de yanlış söylemiyor.. Her insanın, kavuşmayı hasretle beklediği bir sevdiği vardır, evlad’u iyâl’den, mal-mülk, makam, şan-şöhret ve servete kadar.. Ve onlara kavuşmanın yürek çırpınışları içinde geçen her gece, bir ‘şeb-i yeldâ’dır.. Ağır hastalar için ise, şafağın bir türlü sökmek bilmediği gecelerdir, ‘şeb-i yeldâ..’ Herbirimizin ömründe de nice ‘şeb-i yeldâ’ları olmuştur..

İlginçtir, bu yılki ‘şeb-i yeldâ’yı, insana telkın ettiği deriiin hasret ve hattâ hüsran duygularıyla değil de, bir ‘bayram’da idrak ediyoruz; Kurban Bayramı’nda..

Bayramlar, bir mücadeleden zaferle çıkış sevincimizin dışa vurduğu günlerdir..

Bu ‘Kurban Bayramı’ndaki sevincimizin temelinde de, herhalde, beşer tarihinde, en sistematik şekilde ‘putkırıcılığın pîri’ olan İbrahîm Khalîl-ur’Rahmân’ın dâvasının, mücadelesinin takibçiliğinde sâbit kaldığımızı göstermek idraki vardır ve olmalıdır; onun bayramını yapıyoruz, yapıyor olmalıyız..

Ama, acaba öyle mi?

âsaf Hâlet çelebî’nin ‘İbrahîm.. / İçimdeki putları devir.../ Elindeki baltayla.. / Kırılan putların yerine, / Yenilerini koyan kim?’ mısralarına göre kendimizi bir sorgulasak, acaba, bütün enbiyaullah’ın çetin savaşlar vererek kırdığı putların enkazı üzerinde yeni farazî, ideolojik veya cismanî putlar yontmamış ve birtakım, putlaştırılmış duygu ve düşüncelerle, İbrahîmî çizgiden uzak düşmemiş miyizdir?

Ve müslümanlar olarak bir ‘şeb-i yeldâ’ yaşamıyor muyuz, hele de son asırlar boyunca..

Müslümanlar olarak bizler, ‘Resul-i Ekrem (S)’e ve ‘âl’ine, her namazda salât’u selâm eyleriz ve hemen arkasından da İbrahîm’e ve ‘âl-i İbrahîm’e de.. (Allahumme salli alâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammed.. Kemâ Salleyte alâ İbrahim-e ve alâ âl-i İbrahîm..) Bu salât-u selâm, Hz. İbrahîm’in girdiği çetin mücadeleyi, Allah’ın emrine teslimiyet ve itaatinin sonucunda kazanmış olması üzerine, Saffâat-109’da bildirildiği üzere, ‘Selâm’un âlâ İbrahîm..’ (İbrahîm’e selâm olsun..) diye müjdelenmesinden de kaynaklanmaktadır..

Peygamberler yanında, onların ‘âl’ine de salât-u selâm getirilmesinden maksad nedir?

Ve, ‘âl’, sadece nesil ve soy mânasında mıdır?

‘âl’den maksad, sadece biolojik mânada nesil ve soy olmanın ötesinde, onların çizgisinde, olmak mânasında da olmalıdır.. Nitekim, Hz. Nûh’un oğullarından birisi de, babasının çağırdığı dine gelmemiş ve iman etmeyenlerin tûfanda garkolmaya başlamaları üzerine ve, Hz. Nûh, oğlunun suda debelenmekte olduğunu görünce, babalık fıtratinin gereği, ona yardımcı olmak istemiş ve kendisine Allah tarafından verilen ‘Senin neslin helâk olmayacak.’ mealindeki ilahî vaade rağmen, onun garkolması karşısında şaşkınlığa düşmüştü de, Allah’u Tealâ’ tarafından, ‘Ey Nûh, senin evladın, senin çağırdığın dine gelenlerdir..’ mealinde uyarılmıştı..

Bu mânayı, ‘âl-i Muhammed ve âl-i İbrahîm’ konusuna da uygulayamaz mıyız? Aslında biz o salât-u selâmlarla, daima, Resul-i Ekrem (S) ve Hz. İbrahîm’in ve soyunun yolunda ve o yola ve o inanç soyuna bağlı olduğumuzun sözünü veriyor değil miyiz?

Ve bu sözü tekrarlayıp duruyoruz ya, bunu hayatımızda ne kadar pratize edebiliyoruz?

Bayram yapmak bunun belgelenmesi için yeterli midir? ‘Putkırıcılar’ın pîri Hz. İbrahîm’in yolunda ve de itikaden onun soyundan olduğumuzu belirtmek için mi? Yoksa, şan şöhret, mal-mülk, makam, kuvvet ve servet ve dahası insanlar üzerinde hükûmet etmek sevdalarımızı sergilemek için, bu bayramları ve diğer kutsal mânaları da suistimal mi ediyoruz?

Bu bayram gününde, sadece Filistin veya Keşmir, çeçenistan gibi belli coğrafyalardaki mazlûmları saymaya ve hatırlamaya gerek yok.. çünkü, kalbinde Kabe sevgisi, kafasında put taşıyan, putlaştırılmış sahte kutsalları taşıyan yığınla insanımız yok mu?

Bunun için, çok uzaklara gitmeye gerek yok.. Yakın çevremize, bir göz atarsak, dahası, bizzat kendimiz aynaya bakarsak, aynanın buğulanmış olmasını temenni edecek bir duruma düşmez miyiz? Yani, dünyanın hemen heryerindeki müslümanlar olarak, Hz. İbrahîm’in verdiği çetin imtihanı veremediği için, bir ‘şeb-i yeldâ’dan geçmekte ve buna rağmen şafağı umutla bekleyen kimseler durumunda değil miyiz?

Bu hatırlatmalar çerçevesi içinde, kendisini âl-i İbrahim’in (İbrahîm soyunun) takibçisi olarak gören, bilen, bütün iman kardeşlerimin bayramlarını, onun bereketini idrak etmeleri ve İbrahîm Milleti’nin, İslâm Milleti’nin bugün içinden geçmekte olduğu ‘şeb-i yeldâ’nın uzun sürmemesi ümid ve niyazıyla, tebrik ediyorum..



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Selahaddin Çakırgil Arşivi