Tuhaf zamanlar ve bir zorunluluk olarak özgürlük
Hoşgörü ve tahammül tartışmaları İslam'ın farklı kültürlere veya davranışlara karşı tutumuyla ilgili bir sorgulamayla başlasa da açığa çıkardığı asıl büyük gerçek, modern toplumun daha karmaşık, kısıtlayıcı ve tahammülsüz tabiatı oldu. Bu toplumun karmaşıklığı aslında vaatleriyle sundukları arasındaki ikilemlerin yarattığı bir intibadan, bir de hızlı bir değişimin içinden geçiyor olmasındanzkaynaklanıyor. Yoksa özü itibariyle sistematik düşünce ve eylem tarzıyla karmaşık olanı giderme istidadı yok değil.
Özgürlük iddiası var, ama özgürlüğün aşırı kullanımının yaratabildiği sorunlarla başedemiyor. Bu toplumun ibtidai zamanlarında başlayan cinsel özgürlük kampanyaları bir süre sonra cinselliğin sergilenmesine dönük bir teşvik, tahrik ve hatta cebre dönüştü. Örneğin, Michel Foucault'ya göre cinselliğin bastırıldığı Viktoryen dönemlerden cinselliğin aşırı derecede sergilenmeye, teşhir edilmeye, anlatılmaya zorlandığımız garip bir özgürlük dönemine geçtik. Ama bu özgürlük kullanımının bir tür mecburiyete dönüşmesinin altında cinselliğin hala bilinçaltında itiraf edilerek arınılması gereken bir günah olarak düşünülmesi yatıyordu.
İnsanların farklı inançlarından dolayı birbirlerini kıyımdan geçirdiği Avrupaî ortaçağlar modern toplum için laikliği bir çıkış yolu olarak gösterdi. Bu çağda Avrupa'da dinlerin birarada yaşaması neredeyse imkansızdı. Avrupa'nın bu tecrübeden çıkardığı ders olarak laikliğin en yüksek seviyelerinin kaydedildiği dönemde, Yahudilere karşı Avrupa tarihinde hiç yaşanmamış bir soykırım, nasyonel sosyalist bir parti eliyle uygulamaya konuldu. Avrupa'nın bundan da dinleri biraz daha fazla bastırmaya dönük bir ders çıkarması için bir neden olamazdı aslında, çünkü bu sefer soykırımın hedefi doğrudan bir dinin mensuplarıydı, ama soykırımı yapan partinin dinle ilgisi en asgari düzeydeydi.
Kendi talihsiz tecrübelerinden daha aşırı dersler çıkararak adıkları her tedbirin sonunda çok daha beter bataklara saplanmaları bir Avrupa tarzı gibi. Bütün bu tecrübelerden sonra insanların bir hakikat iddiasının olmasına takmış durumdalar. İnsanların kesin doğruları varsa bundan mutlak bir terör, soykırım, tahammülsüzlük ve sair şiddet sonucu çıkacağını vehmetmeye başladılar. Bunun üzerine hayatın temel gerçeklerini gözardı eden son derece naif siyaset teorileri, felsefeleri üretmeye meylettiler. Bu esnada sorunsallaştırdıkları şey insanların bir hakikat iddiasının kendisi oldu. "İdeal iletişim ortamları" tahayyül ederek (Habermas) buradan müzakereci demokrasi modelleriyle insanların kardeş kardeş oturup bütün sorunlarını, çatışma ihtimallerini sıfırlayarak çözebileceklerini hayal ettiler... Hepsi de gerçekten çok güzel hayaller ama bu hayaller hem sorunları çözmüyor hem de toplamda farklılıkların ifadesi üzerinde bile söylemsel (giderek siyasal) baskılar oluşturmaya yöneliyor.
Bundan beş-altı yıl kadar önce Cuma hutbesinde her zaman okunmakta olan "Allah katında din İslam'dır" ayet-i kerimesinin ilk kez farkına varmıştı AB yetkilileri. Bu ayetin (ayet olduğunu veya ayetin ne demek olduğunu muhtemelen bilmeden) okunmasını "İslamcıların artık çok olduğunun bir işareti" olarak algıladılar. Bilenler hatırlayacaktır, olay AB, Diyanet ve Dış işleri bakanlığı arasında diplomatik bir krize dönüştü. Allah'ın bir dini tek doğru din olarak kabul ediyor olduğunu düşünmenin AB standartlarına aykırı olduğu bile söylenmişti. Böyle bir iddia Hıristiyanlıktan geldiğinde aynı tepki gösterilecek miydi? Tabii ki gösterilmeyecekti, çünkü zaten Hıristiyanlığın da diğer bütün dinlerin de böyle iddiaları olmadan bir din olarak kendilerini tesis etmeleri mümkün olmaz ki. AB yetkilileri muhtemelen Hıristiyanlığın böyle bir iddiası olduğuyla o ana kadar yüzleşmemişlerdi. Sonradan yüzleştiler mi bilmiyorum. Yüzleşmiş olsalar içine düştükleri tuhaflığı fark ederler miydi onu da bilmiyorum.
Unutmayalım İslam medeniyeti, bütün dinlerin kendilerini "tek doğru din" olarak kabul ettikleri ve bu hakikat iddialarının birbirleriyle rekabet ettikleri bir ortamı bin yıldan fazla zamanda sayısız örnekleriyle sergilemiştir. Bu rekabet ortamlarında herkes kendini cennete gidecek tek topluluk olarak gördüğü halde Avrupa'da olduğu gibi kimse kimseye karşı yakın zamanlara kadar şiddet uygulamayı aklından bile geçirmemiş. Faklı hakikat algıları hakkında herkesin diğeri hakkında bir fikri olmuş ve bu fikir dürüstçe bir tolerans eşliğinde yaşanmıştır. Müslümanlar bugün hoşgörü gibi kendini tanımı gereği geçersiz kılan bir tavır yerine tahammülden bahsediyorlarsa biraz da bu tarihsel tecrübenin özgüveniyle konuşuyorlar. Müslümanların tahammülünde şiddetten ziyade insanlar için rahmet, merhamet ve şefkat vardır.
Modern topluma ise basitçe "liberal", "Batılı", "Avrupalı" veya "postmodern" diyerek bütün eleştirileri günah keçisi türünden bir simgeselliğe yüklemeyi doğru bulmuyorum. Bu toplumun teşekkülünde sanılandan çok daha fazla faktörün, felsefenin, ve aktörün katkısı ve etkisi var. Bugün Müslümanlar da bu toplumun teşekkülünde azımsanmayacak bir etki oluşturabiliyorlar. Doğrusu bu toplum giderek karmaşık bir hale dönüşüyor, biraz tuhaf bir toplum oluyor. Bu tuhaf toplumun en belirgin özelliği ise sanılandan ziyade özgürlüğün giderek kendini yok eden bir zorunlu kültüre dönüşmesi.
"ALNI SECDEYE DEĞEN KOMUTAN" ÖZLEMİ
Alnı secdeye değen bir komutan özlemine hemen miltarizmin dindarlaşması gibi göndermelerle itiraz etmeyi yersiz görüyorum. Bu tepkiler "Namazın kötülüklerden alıkoyduğu" gerçeğini neden hatırlamıyorlar? Namazın kötülüklerden alıkoymadığı örnekleri çıkarmasınlar hemen karşısına bunun. "Alnı secdeye değen" bir özlemse, bu özlemi biraz daha ileri götürüp "gerçekten de alnı secdeye değen" yani "her türlü kötülükten, darbecilikten de alıkonulmuş komutan" idealine ulaşmaya engel olan ne? "Namaz darbecilikten alıkoyar, namaz kılan komutan darbe yapamaz, silahını kötüye kullanamaz" deyin. Adı üstünde bir özlem, bir ideal, yani bir dua... İstemişken biraz daha fazlasını isteyin. Allah için zor mu yani?