Edebiyat Mevsimi
Kızlarağası medresesinden çıktığımızda akşam ezanının okunacağı vakitlerdi. Eminönü’ne yürüyerek gidelim dedik. Cağaloğlu yokuşuna yöneldik. Günün geceye döndüğü o saatler, insanı içinde bulunduğu zamandan çekip alıyor. Belki de, üzerinden ışığın çekildiği görüntüler bu hissi uyandırıyor. Ara geçitsiz, geçmişten ölüm ve ölüm ötesine uzanıyorsunuz sanki.
Dört kişiydik. Aralarında yeryüzüyle en erken selamlaşmış olan bendim. Ama soluduğumuz hava aynıydı, dördümüz de aynı iklimdendik. Molla Fenari sokakta beşincimize rastladık. Birbirimizi görmeyeli hayli zaman olmuştu. Beşimizin bir araya gelmesi ise hiç olmamıştı. Ara sıra yer değiştiren ikili ve üçlü grup halinde yürüdük.
Önünden geçtiğimiz binalarla, kaldırımlarla otuz yıllık bir tanışıklığım vardı. Bu yollar, bu duvarlar, şu ağaçlar, şu akıbetini tevekkülle bekleyen ha yıkıldı ha yıkılacak eski bina... Hepsiyle yirmi yıl neredeyse her Allah’ın günü son on yılda da haftada iki üç birbirimize sessizce selâm verdik. Bari bunlar değişmesin diye dua ettiğim Arnavut kaldırımın taşları ömrü buralarda geçmiş ne çok insanın ne çok değişik ruh hâllerine şahitlik etmiştir. Bu taşlar bizi bizden iyi tanıyor diye düşündüm. Kim bilir kaç kuşağın ağırlığını sabırla taşıdı? Muhabbeti olmasaydı, sabrı olur muydu ki? Sabır muhabbetin ikiz kardeşi olmalı. Muhabbetsiz katlanma sabırdan ziyade tahammülle akraba.
Dört yol ağzında duraklıyoruz. Zihnimiz konuştuğumuz konulara asılı vaziyette. Bir an önce varacağı yere koşmak isteyen arabaların acelesi ara yere sokulan bir virüs gibi kesintisizliği engelliyor. İçimizden biri, “Her köşe başında durup düşünmekten ilerleyemiyoruz. Güzergâhımızı bilseydik vakit kaybetmezdik” dedi. Durup düşünmek, hız çağının devre dışı bıraktığı eylem. Söz durmaya kaydı. Aslında doğru yolu bulmak için durup düşünmeliydik. Bir diğerimiz Vakfe’de ayakta durmanın anlamıyla konuyu derinleştirdi. Konuşma devam ederken ana caddeye çıkmıştık.
Meşguliyetimden dolayı Cağaloğlu’nun yerlilerine l981 yıllarının sonlarında Ahmet Kabaklı Hocanın nezdinde dahil olmuştum. Cemil Meriç, Necip Fazıl, Mehmet Kaplan, Nurettin Topçu, Malik Aksel, Osman Yüksel Serdengeçti, Tarık Buğra, Muharrem Ergin, İbrahim Kafesoğlu gibi bir devre mührünü vurmuş ve Hakk’ın rahmetine kavuşmuş nice isimleri Cağaloğlu’nda ruberu görmek nasip oldu.
Bu semt bir zamanlar gazetelerin, matbaaların, yayınevlerinin ana kucağıydı. Şimdilerde turizmin cazibesine kapılmış. Zamanla ellerinde ya da omuzlarında kitap dolu çantalarıyla Cağaloğlu yokuşuna hatıralarını bırakanların hikâyeleri eğer yazılmamışsa tamamen unutulacak. Kültür dünyasının renkli simalarının görüntülerine birkaç nesil peş peşe alışmış olan Cağaloğlu bu yabancılaşmayı kaldıramayacak, adı aynı kalsa da kimliğini kaybeden semtlere karışacak.
Bu yazıya, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi’nin bu sene üçüncüsünü gerçekleştirdiği “Edebiyat Mevsimi”nden dolayı başlamıştım. Fakat etkinlik, hatırlattıklarıyla yazıya başka bir yön verdi.
İki yıl üst üste 2010 Ajansının katkılarıyla düzenlenen “Edebiyat Mevsimi” etkinliklerine bu sene İBB Kültür Müdürlüğü destek verdi. Kültür dünyasının dikkat çeken isimleri edebiyatın ana ve yan alanlarında yaptıkları konuşmalarla günlük hayatın kuruluğundan daralan gönüllere sanatın ve düşüncenin güzelliğini duyurdular.
Etkinlik sonunda dört dalda “2011 Edebiyat Mevsimi Büyük Ödülleri” açıklandı. Şiirde Sedat Umran, Hikâyede Necati Mert, Romanda Emine Işınsı, Denemede Nurdan Gürbilek bu seneki ödüllerinin sahipleri oldular.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.