Çamlıca Camii ve yeni kardeşleri
Şehirlerin silueti kendileri kadar önemli. Binlerce yapıyı, sokağı ve mahalleyi bütünüyle kavramamız söz konusu olamayacağı için, şehirler bizim nazarımızda sonunda birer remze veya sembole dönüşür, biz onları ancak o halleri ile algılarız. Nitekim bu noktada, Mekkenin Kâbeye, Medinenin Mescid-i Nebeviye, Konyanın da yeşil konik bir kubbeye, yani Mevlânâ Türbesine indirgendiğini hepiniz bilirsiniz.
Peki ya İstanbul deyince, onu ne ile hatırlarız?
Aranızda bu soruyu abes bulacak olanlar çoktur. Sayısız kartpostalda, İstanbul siluetini meydana getiren zarif lâ-elifleri/minareleri hatırlayanlar bilhassa!.. Anadolu tarafından vapurlarla İstanbula geçen sayısız yolcu Sultanahmedin, Ayasofyanın, Haliçi bir yandan kuşatan Beyazıt, Fatih, Süleymaniye ve Yavuz Sultan Selim camilerinin yüksek kubbe ve minarelerine baka baka düşünürler ve bu şehir onların ruhlarına yeni bir maneviyat gibi yerleşir. Yani İstanbula ait bu algılama ile bir arada, iç içe yaşar onlar.
Nitekim bu haleti ruhiye hemen herkes için aynı olmalıdır ki, Ramazan boyunca televizyonlar, bilhassa iftar programlarında o dekoru fon olarak kullanır, dini konuşma ve ilahileri de bu fonun üzerine bindirerek yayınlarlar. Bilhassa da Kuran sesleri o saatlerde, göklerden yerlere doğru sağılıyormuş gibi bir hava verir; solan günü, sararmış akşamı ve akan suları biz ebedi sesler arasında daha bir manevileşmiş olarak idrak ederiz.
Dolayısıyla deryalara doğru uzanan tabiatın bu manzarası ile, üzerindeki mâbetlerin manevi iklimini bir arada algılar ve deriz ki: İşte İstanbul bu!..
Evliya Çelebinin Bursa için söylediği bir cümleyi burda hatırlamanın tam sırası: Velhâsıl Bursa sudan ibarettir!.. Dolayısıyla biz de Çelebinin dediğini, İstantbula rahatlıkla teşmil edemez miyiz? İstanbulun remzi ve sembolü işte bu yarımadadır!..
Fakat İstanbul o kadar büyüdü ve değişti ki, artık o tek bir figürle ifade edilemez hale geldi. Bilhassa da tarihi yarımadanın insansızlaştırılmasına ilişkin yabancı projeler bunu alabildiğine zora sokuyor. Buraları yarın ıpıssız yerlere dönüşürse kimse şaşırmasın!.. Yani Avrupa Birliği, UNESCO, Dünya Bankası ve çeşitli Bizans Enstitülerinin çalışmaları hep bu yönde!.. Belediyeler bunu bildikleri halde de önüne geçemiyorlar. Yapmaları gerekense bölgedeki otelleri şehir dışına taşımak, buraları yerli ahalinin oturduğu mekânlar olarak bilhassa muhafaza etmek!..
Yoksa yarın buraları ıssız sahra camilerini andıracak ki sormayın!.. Yarın ileride, yani rûzu mahşerde, nerede buraların ahalisi, cemaati diye sual edildikte bu valiler, belediye başkanları ve hükümetler nasıl cevap verecekler bilmiyorum. Bunları düşündükçe hatırıma hep o eski Endülüs camileri geliyor. Yani müzeye dönüştürülmüş cemaatsiz camiler!.. Oralardaki Müslümanlar öldürülmüş, kovulmuş!.. Buraların yerleşik halkı, esnafı ve talebe yurtları ise bilerek veya bilmeyerek, varoşlara veya yeni modern sitelere doğru ötelenmiş de ötelenmiş. Ne fark eder?
İşte politika böyle olunca, şehrin canlı merkezleri bir bir yer değiştiriyor. Etilere, Şişliye, köprü ayaklarına, gökdelenlerin bulunduğu yerlere doğru kayıyor. Nitekim geçen iki Ramazanda dikkatimi çekmişti. Bir kaç televizyon Ramazan yayını yaparken, fon olarak Boğaz Köprüsünü ve o büyük gökdelenleri kullanmıyor mu? Hem de dindar bildiğimiz bazı kanallar yapıyordu bu işi!.. Kuşkusuz bunun bir manası da olmalıdır. Bu kullanımlar sayesinde aradan fazla bir zaman geçmez, İstanbula ilişkin yeni bir siluet bilinçaltımızda kök salar gider. Nitekim öyle olacağa da benzemiyor mu?
Burdan çıkan sonuç odur ki, Türkiye İslamcılığının ciddi bir tarih sorunu yok değildir. Belki de buna bir hafıza sorunu demek dahi gerekebilir. Tarihi sırf bir kavga alanı olarak telâkki eden, bu anafor içinde kendini bir kültür ve medeniyetin devamı olarak algılayamayan bir şuur!.. Dahası kendi noksanının ve zaaflarının üzerinde duramamanın verdiği derin bazı boşluklar!..
İşte bu aşamada, İstanbul algılamamıza katkı sunacak yeni bir teşebbüsle karşı karşıyayız. İstanbul Boğazından gelip geçecek yerli ve yabancı yolcuların yanı sıra, gökdelenler tarafında oturan İstanbul halkının akşam-sabah ufuklarını kapsayacak devâsâ bir yapı!.. Son zamanlarda çokça tartışılan Çamlıca Camii yani!.. On beş dönüm üzerinde, büyük kubbesi ve altı minaresi ile göklere ser çekecek bu cami, şundan emin olabiliriz ki İstanbul için atılmış yeni fakat tarihi bir imzadır. Bu manevi abideyi fikir edenleri, projesine katkı verenleri şimdiden tebrik etmek vazifemiz değil midir?
Fakat onlar da şunu unutmasınlar!.. İstanbulda fetihten önce, öncelikli olarak Anadolu Hisarı inşa olundu. Onun arkasından da Fatih, Rumeli Hisarını yaptı. Yani böylece Fatih Boğaz güvenliğini bütünüyle kontrol altına aldı, her türlü geçişi de imkânsız hale getirdi. Fatihin böyle bir denemesine Çanakkale Boğazında da şahit olmaktayız.
Öyle de, Çamlıca Camiinin, karşı sahil ve sırtlarında kardeşleri neden olmasın? Şehir bir bütün olarak düşünülmek gerekir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.