Türkiye’nin duruşu
Türkiye olarak Barış Süreci’ne ilişkin enteresan aşamalardan geçiyoruz. Daha doğrusu engebeli, inişli çıkışlı yollar katediyoruz. Çoğumuzun içine sinmese de, içimiz kararsa da yolda yürümeye devam ediyoruz. Bu yolun sonu nereye varır? Türkler ve Kürtler olarak, sahili selamete çıkar mıyız? Ya da bazılarının beklediği gibi, ip ne zaman kopar?
İşte böyle, ikircikli bir ruh haliyle ve bakalım sonu ne olur diye diye günler geçiriyoruz. Fakat gene de durmuyor, katedilen mesafeleri algılamaya, manalandırmaya çalışıyoruz. Bunun böyle olması tabiidir. Çünkü sürecin kendisi uzun bir takvime tâbi, ayrıca da aşılacak engeller az değil!.. Onun için aceleci olmamak, erken tepkiler vermemek, gelişmeleri de sükûnetle takip etmek gerekiyor.
Hal böyle olmakla beraber, süreci sabote etmek isteyen merkezler bulunduğu da bir gerçek. Yabancı güçlerin, istihbarat merkezlerinin, onların sözcülüğüne soyunmuş yabancı basının, süreci sabote etmek amaçlı politikalarını biliyoruz. Son Paris suikastının da böyle bir niyetle icra edildiği artık iyice anlaşılmış bulunuyor.
Bundan ayrı olarak, içerideki bazı merkezler de aynı telden çalmıyorlar mıydı? Barış olmaz, terör örgütüyle masaya oturulmaz, topyekün imhadan başka çıkar yol yoktur demiyorlar mıydı? İlk anda akla yatkın görünen, kırk yıldır denediğimiz bu yönteme nasıl itildiğimizi, akıl-fikir planında yeni stratejiler geliştirmekte ne kadar da geciktiğimizi şimdi daha iyi anlamıyor muyuz?
Yıllardan beri bize hep şöyle dayatılmıştı. Ya savaşacaksın, ya da liberallerin iddia ettiği gibi, örgüt karşısında havlu atacaksın!.. Onların istediği her türlü tavizi vereceksin. Yani bir nevi teslime benzer bir sonuç!..
İşte Türkiye şimdi şeytanın sözcülüğüne soyunmuş çevrelerin emir vâkilerini aşarak, kendine mahsus özgün bir stratejinin peşinde!.. Onu uygulamaya çalışıyor. Bu toprakların tarihi tecrübesinden kuvvet alan; kin değil barış, çatışma değil kucaklaşma, enerji ve aktiviteleri birleştirmeye dayalı bu strateji nedense çoklarının içine sinmiyor. Öyleyse o çevrelere dikkat!.. Niçin sevinmiyor, niçin dövünüyorlar? Neden sürekli endişe üretiyor, işin olmazlığına dair karamsarlık pompalıyorlar piyasaya?
Kuşkusuz uzun ve engebeli süreçlerin ardından barışı yakalamak kolay değil. Yorulmak, bıkmak, açmaza düşmek, müzakerelerin yarı yolda kesilmesi vs. Bunların hepsi mümkün. Ama burdaki arayış ve amacın hasbiliğinden de kuşku yok. Çünkü Türkiye kırk yıldır kendisine kan kaybettiren, kaynaklarını israf ettiren, sivil demokratik idarelerin askeri vesayet altında inim inim inlemesi sonucunu doğuran bu süreci sona erdirmekte kesin kararlı artık.
Ayrıca Hükümet, Genelkurmay, MİT ve Cumhurbaşkanlığı, belki tarihinde olmadığı kadar işbirliği ve oyun içerisinde. Bunun manası, Türkiye’nin iki yakasının bir araya gelmesi değil de nedir? Dolayısıyla burdan doğan işbirliği ruhuna, geliştirilmiş ortak stratejiye itimat etmemiz, güvenmemiz gerekiyor.
Sizin anlayacağınız Türkiye, eskiden olduğu gibi, orasından burasından çelme takılan, gaza getirilen bir ülke değil. Askeri hükümete, hükümeti yargıya karşı kışkırtmanın imkânı yok. Bu tür devlet kurumlarının her birinin, birbirine çelme takan stratejileri bulunmuyor. Dış güçler meselâ ABD, meselâ NATO, bu güçlerden birini diğerine karşı kullanamıyor. Her problem, her strateji birlikte kararlaştırılıyor, birlikte uygulanıyor.
Dolayısıyla tek partili yıllardan bu yana, daha doğrusu da NATO’ya girdiğimiz 1952’den bu yana ilk defa böyle bir imkâna kavuşuyoruz. Artık bundan dolayıdır ki, devlet ve hükümet ayrışmalarına, kavgalarına şahit olmuyoruz. Olmayacağız da inşaallah!..
İşte böyle yeknesak, müttehit bir iradeye, hasret yaşıyordu halkımız, milletimiz. Dış dünyada itibarımızın yükselmesi, ekonominin büyümesi burdan ileri geliyor. Bölgesel nüfuz kapasitemizin kat kat yükselmesinin sebebi de burada yatıyor zaten. Nitekim Türkiye’nin bu büyük yürüyüşünün çevre ve bölge ülkeleri kadar, Batılı büyük güçler de farkında!.. Onun için AB ülkelerinden, sık sık olumlu açıklamalar geliyor. Kimisi takdir, kimisi kıskançlıkla karışık açıklamalar bunlar.
Yalnız şunu unutmayalım!.. Türkiye’nin aldığı bu büyük mesafeyi, ayrıca da yekvücut bir manzara arz eden birliktelik ruhunu en geç fark eden, maalesef Türklerden ve Kürtlerden başkası değil. Kavga-döğüş arasında, Ergenekon ve terör tartışmaları arasında, gözünü kan bürümüş sınıfların zaten bunu fark etmesi imkânı bulunmuyordu.
Fakat ne zamanki barışı konuşmaya sıra geldi, işte o zaman, gözümüzün önündeki perdeler bir bir düşüverdi. Konuşmaları bazan bir ileri-bir geri manzarası arz den Ahmet Türk bile, işte bu aşamada bakın neler söylüyor:
“Barışı istemeyen birçok güç var. Türkiye’nin güçlenmesini, Kürt sorununu çözmesini istemeyen birçok ülke var. Çünkü Türkiye Kürtleri, barışçıl bir yaklaşımla eşit, adil bir yurttaşlık esası içinde kucakladığı zaman Ortadoğu’nun en güçlü devleti olur, Ortadoğu’da bir model olur. Ancak bunu istemeyen birçok güç var. İşte İran diyebiliriz, İsrail diyebiliriz, Suriye diyebiliriz. Uluslararası dengeler var.
Peki dikkat!.. Neden Avrupa ülkeleri demiyor A.Türk? Eh, o kadarını da anlayışla karşılamak gerekmiyor mu?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.