Balyoz dersleri
Cumhuriyet tarihinde İzmir Suikastından bu yana, ilk defa bir darbe davasına şahit olduk. Atatürke karşı eski İttihatçı paşaların suikast planı olarak kitaplara geçen o eski dava da, nihayetinde bir darbe davası idi. O davanın encâmına ilişkin çok şeyler yazıldı, okundu. Davanın savcıları, hakimleri, İstiklâl Mahkemelerinin yapısı vs.
Bunların hepsi bir tarafa!.. Nihayetinde o davanın siyasi bir dava olduğunu, suikast amacının ötesinde köklü bir iktidar değişikliğini hedeflediğini kabul etmek gerekmektedir. İlgili suikast planını gerekçe göstererek yapılan yaygın tasfiyelere ise burada girmenin sırası değil. Aynı şekilde vâki teşebbüsün gerçekliği veya düzmece oluşu da tamamen ayrı bir konu!..
Fakat şu bir gerçek ki Cumhuriyet döneminde, İzmir Suikastinin ardından ikinci bir darbe davasına daha şahit olduk. Dolayısıyla Balyoz davasını darbeye teşebbüs edenlerin aldığı cezalardan ziyade, davanın tarihîliği ve üreteceği kalıcı tesirler bakımından değerlendirmek gerekir. Çünkü 27 Mayıs 1960tan bu yana vuku bulmuş darbelerin hiçbiri dava konusu yapılmamış, sivil demokratik iktidarların buna güçleri yetmemiş, dolayısıyla da her darbe yapanın yanına kâr kalmıştır.
İşte şimdi 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinin ardından, ilk defa bir darbe teşebbüsü yargılanarak sonucu da görülmüş bulunuyor. Tabii bu arada 12 Eylül 1980 darbesi ile 28 Şubat darbesi hakkında açılan davalar bulunduğunu unutuyor değiliz. Ancak bunların da 2007 yılında, Cumhurbaşkanı seçiminin ardından içine girdiğimiz yeni süreci takiben açılabilmiş davalar olduğunu unutmamak gerekir. Yani demek istiyoruz ki Balyoz, Ergenekon, 27 Mayıs ve 28 Şubat davaları, Türkiyenin içine girdiği yeni dönemin işaretleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. İşte Türkiye iç dengelerinde, 2002deki AK Parti iktidarı döneminden itibaren yeni yeni güç dengeleri, yeni yeni ortak cepheler teşekkül etti. Oluşan bu yeni güç dengeleri veya ortak cepheler ile, sonuca ulaşan Balyoz darbesi kadroları arasında ciddi bir rövanşlaşma yaşandı. Bu rövanşlaşma Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğun Genelkurmay Başkanlığı döneminde daha bir şiddetlendiğini, fakat aynı süre içinde de Balyozcu ve Ergenekoncu takımların bileğinin büküldüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Burada unutulmaması gereken asıl husus ise şudur: Bütün bu söylediklerimiz 2007den, yani Cumhurbaşkanlığına Abdullah Gülün seçilmesinden önceki dönemlerde vuku bulmuş hususlardır. Yani demek istiyoruz ki Türkiye (AK Parti iktidarı, ordu içindeki bir grup veya gruplar, artı bir de görünmez bazı kuvvetlerin teşkil ettiği geniş ortak cephe), fiilî darbe teşebbüsünün önüne 2007den önce geçmiş bulunuyorlardı. Fakat bu takımın hakimiyetinin kesinleşmesi için ise, cumhurbaşkanlığı seçimleri önemli bir gösterge teşkil edecek, devlet içi dengelerde de bir tarafın ağırlığı ayan beyan ortaya çıkacaktı. Bu sonucun nasıl ve ne kadar büyük bir önem arz ettiğini anlamanız için şunu hatırlamanız kâfidir sanırım.
Ergenekon ve Balyoz süreci, bütün büyük askerî tutuklamalar, orduevlerine giriş çıkışlar, derin devletin kapalı, loş koridorlarına nüfûzlar!.. Bütün bunlar, kademe kademe 2007de cumhurbaşkanı seçiminin ardından gerçekleşen hususlardır. Daha doğrusu da hukuk bu dönemden sonra devreye sokulabilmiştir. Öyleyse buradan çıkan sonuca bir defa daha dikkatinizi çekmek gerekirse meselenin özü şudur:
Hem Balyoz, hem Ergenekon, hem de 28 Şubat darbe teşebbüslerini önleyen, bu teşebbüsleri dava konusu yapan ilk, birincil kuvvet yargı değildir. Nitekim meseleyi böyle algılayan ve kamuoyuna da böyle takdim eden sınıfların varlığını biliyoruz. Kuşkusuz yargı bu alanda önemli görevler deruhte etti. Bunu hepimiz biliyoruz. Fakat şunu kimse unutmasın ve kerameti de kendisinde görmesin ki bu davalar, hesaplaşması ve rövanşlaşması 2007den önce kesinleşmiş, taraflardan birinin diğerini fiilen tasfiye ettiği dalgalı bir dönemin göstergeleridir. Yani darbe teşebbüsleri 2007 öncesinde fiilen akamete uğratılmışlardı. Onun için başta AK Parti iktidarı ile, ordu içinde Hilmi Özkök ve takımının hakkını yememek ve teslim etmek gerekmektedir.
Dolayısıyla darbe teşebbüsünün fiilen önüne geçilmesinin, darbeci sınıfların da fiilen tasfiyesinin ardındandır ki hukuki sürece sıra gelebilmiştir. Tutuklamalar, gözaltılar, belge tedariki vs. Bunun manası şudur: İlgili tutuklamalar ve gözaltılar, onları arkalamaya teşebbüs edebilecek kadroların bertaraf edilmesinin ardından gelmiştir. Eğer süreç bu aşamaya gelmemiş olsa idi, yargı bu kararları alabilir miydi sanıyorsunuz?
Onun için Sezarın hakkı Sezara diye, darbı mesel hükmünde bir söz vardır. Fiilî realiteyi okuyamayan, okumak da istemeyen, kerameti kendinden menkul sınıfların işgüzarlığına bir telmih olarak bu izahları yapıyorum.
Bu bakımdan devlet içi güç dengelerinde yaşanan tarihî kırılmayı, değişmeyi iyi okumak, Türkiyenin yeni istikametlerini de ona göre okumak gerekmektedir. İşte yeni paradigma da buradan hareketle inşa olunmaktadır. İşin bu tarafı ise tamamen ayrı bir yazı konusu!..
Veya şöyle de söyleyemez miyiz bilmiyorum:
Sonucuna şahit olduğumuz darbe teşebbüs ve davası, sırf verilen cezalarla, belli sınıfların tasfiyesi ile sınırlı bir hadise olarak kalmayacak, bunun daha külli sonuçları ile de karşılaşma imkânı bulacağız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.