Erdoğan: Bu bir veda değil!
AK Parti’nin 4. Büyük Kongresi Ankara’da yapılıyor. 10.000 kişilik salon tıklım tıklım dolu. Onların iki misli insan da dışarıda kurulmuş olan çadırlarda ağırlanıyor. Organizasyon mükemmel ve o coşkulu kalabalığa da coşkulu bir başbakan hitap ediyor. Tam 2.5 saat konuşuyor, salondan sadece zaman zaman tezahürat sesleri yükseliyor. Onun dışında Erdoğan, sanki 10.000 kişilik bir orkestrayı yöneten bir şef konumunda. Sürekli olarak 75 milyonun kalbine dokunuyor. Yıllardır ezilen, horlanan ve vatandaş olduğu bile şüpheli milyonlar onunla siyasete ağırlıklarını koyuyor ve artık dokunulamayanlara dokunulmasını biraz da şaşkınlıkla izliyor. O bazen Bolu Beyleri’nin zulmüne karşı çıkan bir Köroğlu, bazen de mazlumun, mağdurun yanında siyaset ağalarına kafa tutan bir Osman Yüksel Serdengeçti oluyor. Bir ayağı Türkiye’de diğer ayakları tüm İslam coğrafyasını dolaşıyor ve yetimlerin, dulların, garip gurebanın, mazlumların gözyaşını siliyor. Kalp gözleri kör olmuş siyaset bezirgânlarının “Suriye’den bize ne?” dediği bir zamanda oradaki mazlumları da kucaklıyor, evinde misafir ediyor.
Böyle bir kongreyi televizyondan seyrederken, Erdoğan için daha önce kaleme aldığım ve Vakit gazetesinde yayınlanan bir yazıyı hatırladım. Sizlerle paylaşmak istiyorum.
Buyrun, bugün dünyanın pek çok ülkesinin krizle boğuştuğu şu günlerde Türkiye’yi uçuran Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, yeniden doğuş hikâyesine.
“Minareler süngü
Kubbeler miğfer
Camiler kışlamız
Müminler asker
Her şey Recep Tayyip Erdoğan’ın 6 Aralık 1997’de İstanbul Belediye Başkanı iken Siirt’te okuduğu dört mısralık bu şiirle başladı. Recep Tayyip Erdoğan, nereden bilecekti ki bu şiirin okunması ile alacağı mahkûmiyetin onu taa başbakanlığa kadar getireceğini? Bu şiirin başına konan bir devlet kuşu olduğunu bilseler, ona ne dava açarlar, ne de mahkûm ederlerdi. Hele Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş... O bilebilseydi Erdoğan hakkında militanca hazırladığı tebliğlerin onu başbakanlığa taşıyacak unsurlar olacağını, hiç yapar mıydı? Ama farkında olmadan onun kader çizgisinde, ona hizmet eden bir figüran olmaktan kendini o da kurtaramadı. Bilseydi, Erdoğan’ı beraat ettirmek için elinden geleni yapardı. Devletin bütün kurum ve kuruluşları, hukuku zorlayarak, haksız tasarruflarıyla 28 Şubat döneminin olağanüstü şartlarını daha da olağanüstüleştirerek Pınarhisar Cezaevi’nden bir kahraman çıkardılar! Girerken mazlum ve mahkûm, çıkarken bir kahramandı o...
Diyarbakır DGM Savcısı’nın beraat kararı istediği bir konuşmadan dolayı, Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesine göre cezalandırılması isteniyordu. Mahkûmiyet kararı 1’e karşı 2 oyla alındı. Bu bile kararın bıçak sırtı alındığını gösteriyordu.
ÖMÜR BOYU SİYASETTEN MEN EDİLMİŞTİ
‘Halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik’ suçunu işlediği varsayılıyordu. Ayrıca, ömür boyu siyasetten men edilmişti Erdoğan. Bir kısım medya, ‘O artık muhtar bile olamayacak’ diye zilleri takıp oynamaya başlamıştı. Hukuk katlediliyormuş, haksız kararmış, ne gam? Erdoğan gibilerin yaşama hakları yoktu bu ülkede. Hukukun üstünlüğüne saygılı olanlar da o günün şartlarında seslerini gerektiği kadar çıkaramadılar. Ya da onları dinlemedi etkili ve yetkili makamlar.
Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Yılmaz Aktaş, Erdoğan’ın 312. maddeden cezalandırılmasını isterken, duruşma savcısı söz konusu konuşmanın insanları birlik ve beraberliğe çağırdığını söyleyerek beraat talebinde bulunuyordu.
BÜTÜN TILSIM O ŞİİRDE İDİ
Bu talebe rağmen, onu mahkûm etmekte acele ettiler. Zira onun da acelesi vardı. Başbakanlık yolunda hızla ilerleyecekti. Kader çizgisi onu bir yerlere sürüklüyordu.
3 Kasım seçimlerine 10 gün kala milletvekili adaylığı reddedilecek ve partisi hakkında da kapatma davası açılacaktı. Bütün tılsım o şiirde idi, Siirt’te okuduğu şiirde!
Diyarbakır 3 No’lu DGM, 1’e karşı 2 oyla verdiği mahkûmiyet kararının gerekçesinde neler neler diyordu. Bu konuşmayı yapan şahıs, yani Erdoğan, halkı coşturarak buhar kazanını patlatabilirdi. Buyrun ilginç benzetmelerle dolu gerekçeli kararın bir bölümüne:
‘Sanık, konuşmasına, büyük Türk milliyetçisi Ziya Gökalp’in eserinden alınan Romanos Diogenos ile Alpaslan arasında yaklaşık bin yıl geride kalmış çağın gereklerine göre yazılmış atışmayı yansıtan ve Bizans İmparatoru Diojen’in, ‘Yaktırayım Kur’an’ı/Yıktırayım Kâbe’yi/Şarka gelen görmesin/Minareli kubbeyi’ deyişine, Alpaslan’ın ağzından karşılık olarak kaleme alınan, ‘Minareler süngü/Kubbeler miğfer/Cami kışlamızdır/Müminler asker’ şiirinin ilk kıtasını gizleyip soyutlayarak, ikinci kıtayı okumakla başlamıştır. Bu şiir, örneğin 1071 Malazgirt Savaşı yıldönümünde bir öğrenci tarafından okunsa, ancak tamamının okunması kaydıyla olağan kabul edilebilir.
“YIĞINLARI ETKİLEYEBİLME ÖZELLİĞİNDE, MEVKİ SAHİBİ BİR KİŞİDİR”
Sanık, anti-laik odaklaşması sebebiyle sonradan kapatılan bir siyasi partinin önde gelen isimlerindendir. Siirt’te eşi sebebiyle hemşehrilik beratı almıştır. Yığınları etkileyebilme özelliğinde, mevki sahibi bir kişidir. Hitap ettiği kitle, o partinin mensuplarından oluşan (şekilli) kısmen sempatizan ve kısmen de meraklılardan oluşan (şekilsiz) karma bir topluluktur. Adli psikolojide bu topluluk, yığın niteliğinde tanımlanmaktadır. Dini duyguları çok güçlü olan bu topluluk, birbirinin etki alanına gireceği gibi, yine adli psikolojide belirtildiği üzere lider konumundaki kişinin cesaret ve söylemine hayran kalır. Bazen bir haykırış, kişiyi sarsar, kişinin psikolojik kudreti muayyen noktaya yoğunlaşır; iradenin (nehiy) ögesi kaybolur.
Yığın artık sürükleyicinin etkisi altındadır
Bundan sonra yığınların eğilim ve hareketi düşünceden ziyade insiyaka bağlanır. Yığın artık sürükleyicinin etkisi altındadır. Publiese bunu buhar kazanına benzetmekte, ‘Yığın büyüdükçe, heyecan arttıkça buhar basıncının çoğalacağını, artık enerjinin harekete dönüşümünün sübapın açılmasına kalacağını’ ifade etmektedir.
...
Sanık bu mısralarla ve daha sonra sözleriyle inanç birliğini ifade ettiğini söylüyorsa da, inanç birliği süngü ile, miğferle aynı ülkenin insanları arasında sağlanamaz, kaldı ki inananların tamamı da camiye gitmemektedir, çoğu Müslüman da namazını evinde kılar, bu insanlar da inanan yurttaşlarımızdır, bu hususlar nazara alındığında sanığın inanç birliğini sağlamak maksadıyla söylediği şeklindeki savunması inandırıcı kabul edilemez.
“BENİM REFERANSIM İSLÂM’DIR”
Yüzde 99’unun, yani hemen hemen herkesin Müslüman olduğu bir ülkede ‘Ben Müslümanım’ anlamına ‘göğsümü gere gere söylüyorum, benim referansım İslâmdır’ sözlerinin anlamı sorulduğunda, her adımında İslâmiyeti aradığını söyleyen sanığın cevabı, inandırıcı değildir. Herkesin Müslüman olduğu bir ülkede ‘Benim referansım İslâmdır’ denilince, diğerleri zaten inananlar-inanmayanlar diye ayırdıkları laik kesimin Müslüman olmadığı, inançlı olmadığı anlamı ister istemez çıkmaktadır. Bu suretle sanık din farklılığı gözettiğini açıkça ortaya koymuştur.’
KAPILAR YÜZÜNE KAPANIYORDU
Ve bilinen süreç başlamıştı. Bütün kapılar Erdoğan’ın yüzüne birer birer kapanıyordu. Devlet Güvenlik Mahkemesi, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Seçim Kurulu... O bütün kurumlardan oy çokluğu ile yüzgeri olacak, fakat milletin oy çokluğu ile ayağa kalkacaktı. Hem de ne kalkış, buz dağlarını erite erite Erdoğan yoluna devam etti. “Yiğit düştüğü yerden kalkar” derler. Sonunda Siirt’te okuduğu şiir yüzünden mahkûm olup etrafına “Çin seddi” gibi duvarlar örülen Erdoğan, takdir-i ilahi, yine Siirt’te yenilenen bir milletvekili seçimine katılıp Meclis’e girdi ve hakkı olan Başbakanlık koltuğuna oturdu. Pınarhisar’da cezaevinde sabırla kozasını ören Erdoğan’ı “gönlündeki devlet kuşu” kanatlarıyla Ankara’ya uçuruvermişti.
O, sabırla “koruğu helva yapan” başbakandı!