Fethullah Hoca, Akif ve Bediüzzaman
Fethullah Hoca Efendinin kardeşinin vefatı haberinin, kendini sevenler nezdinde ne büyük yaralar açtığını tahmin etmek zor olmamalıdır. Nitekim bu acıyı en çok duyanların başında da Fethullah Hocanın geldiği ortadadır. Uzaklarda, çok uzaklarda yaşamak mecburiyetinde kalmak!.. Fakat burada, yurdunda vefat eden kardeşinin cenaze namazına da iştirak edememek!.. Bundan daha acısı düşünülebilir mi.
Bediüzzaman ve Mehmet Akifin Selâhaddin-i Eyyübi gibi en çok takdir ettiği kişilerden biri de Namık Kemaldir. Her ikisi de Namık Kemali çok okumuş, ondan ziyadesiyle etkilenmişlerdir. İşte o Namık Kemal, kendi haline tercüman olan bir beyitinde bakın ne diyor:
Vatan melûf olanlar bî-sebep terk-i diyar etmez
Zaruretsiz vatanda kimse gurbet ihtiyar etmez.
İşte bu beyit, şimdilerde üzeri örtülmüş gibi görünen nice yaraları depreştiriyor, ruhta birikmiş ve ifadeye yol bulamamış nice hakikatlere de kapılar aralıyor. Düşünebiliyor musunuz? Bir an geliyor, insan kendi vatanına sığamaz hale geliyor. Leylâya varlığım bir rahatsızlık vermesin diye de gurbeti ihtiyar ediyor. Siz sayın ki Mecnun, dağlara ve çöllere bunun için çekilmek mecburiyetinde kalmış!..
Nitekim benim şahsi kanaatim, Mehmet Akif için de aynen böyledir. Hakkında yazılmış nice kitap ve yazı ne söylerse söylesin!.. Akifin bu yazılar ve idarenin olumsuz baskısı nedeniyle korktuğu ve bu korkular nedeniyle Mısır gibi bir diyara çekildiği biçimindeki yorumlara asla iştirak etmem. Çünkü bu izahlarda dönem yönetiminin anti demokratik tutumu tebârüz ettirilmek istense bile, Akifin korktuğu ve can kaygısı gibi nedenlerle yurdunu terk ettiği şeklinde fikirler de ileri sürülüyor ki, işte asıl iştirak edemediğim husus burası oluyor.
İstiklâl Marşında milletine ve bütün âlem-i İslâma Korkma!.. diye haykıran bir sesi, korku duygusu ile vasıflandırmak!.. Hem Akifin hayatını bilenler için, bundan daha ağır bir bühtan olabilir mi? Arabistan çöllerinde, isyancı Arap kabileleri arasında pervasız dolaşan, onlar karşısında korku nedir bilmeyen bir küheylâna, bir an gelecek ölüm korkusu sebebiyle yurdunu terk ettği töhmeti yüklenecek!.. Ve bunu da Akifi sevmek adına, Akifin mazlumiyetinden doğan hukukunu savunmak adına yapacağız. Eminim ki bu tür savunma biçimleri en çok Akifi yaralamakta, en çok da Safahatın ruhuna ve muhtevasına uzaklığımızı kanıtlamaktadır.
Korku ve Akif!.. Asla bir araya getirilmesi mümkün olmayan bir sıfat ve isim bunlar!..
Gene meselâ Milli Mücadele zamanlarında görelim Arifi: Yozgat ve Konya gibi isyan bölgelerinde bulmuyor muyuz onu? Yani Anadolu öyle bir hal almış ki, Celâli isyanları ortalığı kasıp kavuruyor gibi bir durum!.. Tarihin fetretli bir anı ve Anadolunun çoğu bölgeleri İstanbul mu, Ankara mı henüz daha karar verememiş. Daha doğrusu da iç savaş benzeri bir çekişme, çatışma yaşanıyor oralarda. İşte Akifi İstanbuldan gelir gelmez, ayağının tozu ile bu isyan bölgelerinde buluyoruz. Kaldı ki bu bir elçilik, arabuluculuk görevi de değil. Ateş hatlarında yerine getirilen bir vazife ile, korku duygusu telif edilebilir mi? Ayrıca bu mümkün müdür?
İsterseniz bir örnek de İngiliz işgali altındaki İstanbuldan verelim. Akif ve Bediüzzaman Darül Hikmetil İslâmiyede aza bulunuyorlar. Meşihat üzerine baskı yapmayı deneyen İngilizlere karşı, en büyük direnç bu kuruldan patlıyor. Milli Mücadele aleyhine aldırılmak istenen her türlü karar da Akif ve Bediüzzaman tarafından bloke ediliyor. Her iki öncünün direnişi dünya âlem tarafından bilindiği halde, onlara korku sıfatı reva görülebilir mi?
Gene aynı şekilde, her iki öncü isim Darül Hikmetil İslâmiyede aza iken, Bediüzzaman hazretlerinin kaleme aldığı Hutuvât-ı Sitte kitapçığının Sebilürreşat matbaasında gizlice basıldığını ve geceler boyu ev ev, sokak sokak İstanbul halkına dağıtıldığını düşünün!.. Adı geçen kitapçığı okumuş musunuz bilmem. Eğer okumadınız ise behemehal bulun ve okuyun derim. Çünkü Hutuvât-ı Sitte Mütareke başlangıcında, İngiliz işgaline karşı açılmış en büyük isyan bayrağı mesâbesinde bir eserdir.
Demek istiyorum ki bu tür büyük ruhlara asla hapishane endişesi, can korkusu tahmil edilemez. Kuşkusuz Bediüzzamanda tecelli eden Selahaddin-i Eyyubi vasfı ile Akifte tebellür eden sıfatlar farklı farklıdır. Fakat sonuçta her iki karakterin tercihleri, birbirine o kadar yakın düştü. Biri Vanda, uzaklarda kendini inzivaya çekti; diğeri de gene uzaklarda Mısırda gurbeti ihtiyar etti. Peki, sebep ne idi?
Ne olursa olsun, fakat asla korku değildi. Hele kendilerine, kendi şahıslarına dönük bir korku?.. Bu nasıl mümkün olabilir? İşte meselenin inceliği de burada yatıyor. Kendilerini korumak gibi, içgüdüsel bir tedbir ihtiyacı ile bu yola başvurmadı onlar!.. Hadiseyi böyle düşünmek, şartlardaki vehamet ne kadar büyük olursa olsun, gene de yakışık almamaktadır.
Aksi halde bu tür yorum ve mantıklardan medet ummak, o büyük ruhları kendi seviyemize indirmekten başka bir sonuç doğurmaz. Dolayısıyla çoğu hadise ve problemi biz farkında bile olmayarak, kendi kişiliğimizle özdeşleştirip duruyoruz. Haliyle de bu tür yaklaşımlardan ne büyük bir fikir doğar, ne de ihtiyacını duyduğumuz bir salâbete ereriz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.