İçinden Cumhuriyet Geçen Cumhuriyet Resepsiyonu
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonundayız. İlk defa halkın tamamının temsil edildiği bir manzarayı seyrediyoruz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrunnisa Gül, evsahibi olarak tek tek konukları karşılıyor ve “Hoş geldiniz” hitabından ve bayramlaşmadan sonra misafirler salondaki yerlerini alıyorlar.
Bu yıl 89.’cusu düzenlenen resepsiyonda bir ilk yaşanıyor. Daha önceleri bir cüzamlı muamelesi gören başörtülü hanımların ilk defa eşleri ile birlikte katılmaları oluyor.
Salondaki davetli hanımların neredeyse yarısı başörtülü. Ve geçtiğimiz yıllarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan da aynı şaşı bakışla katılamadıkları daha doğrusu katılmalarının engellendiği bu resepsiyona el ele giriyorlar. Ev sahibi Abdullah Gül ve eşi Hayrunnisa Gül de aynı dikenli yollardan geçip bu geceye gelmişler. Hayrunnisa Hanım, başörtülü olduğu için Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne kaydolmamış bir başörtüsü mağduru.
Sayın Gül ve Erdoğan eşleri ile birlikte “Sabırla koruğu helva yapmanın” hazzını yaşıyorlar. Salonda herkes var, bakanlar ve eşleri, milletvekilleri ve eşleri, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve eşleri, yabancı misyon şefleri, gazeteciler, medya mensupları. Eşimle salonun her köşesini adım adım dolaşıyoruz; bir suçlu gibi ezik değil, bu cumhuriyetin özgür bireyleri olarak, hakkımız olan, ama bugüne kadar kullanmamıza izin verilmeyen bir yerdeyiz. Başbakan Erdoğan, yüreklerimizdeki ortak sesi dillendiriyor:
- Bizi bugüne kadar buraya almayanlar utansın!
Düşünsenize her yıl, her ilde aynı kor ateş yüreklerimizi yakardı. Cumhuriyet resepsiyonuna katılacak olan vali ve belediye başkanları ile eşlerinin bir kaynar kazana atılmadıkları kalırdı. Garnizon komutanı arslan gibi kükrer:
“Başörtülü olanlar derhal salonu terk etsinler, zira ulu önder Atatürk’un ruhu muazzeb oluyor! Laiklik elden gidiyor!” derdi.
Oysa ne laikliğin bir yere gittiği vardı, ne de Atatürk’ün buradaki bu hilkat garibesi uygulamadan haberi...
Cumhuriyetin seçkinleri, ne idüğü belirsiz bir laiklik tanımı ile halkın kahir ekseriyeti üzerinde baskı kurup, “Bir eli yağda bir eli balda” yaşamayı hayat düsturu edinmişlerdi. Öyle ki, inkılapların sahibi ve cumhuriyetin banisi “Köylü bu milletin efendisidir” diyerek o gün milletin çoğunluğu için “Biz sadece onlara hizmetkârız” mesajı verirken o köylülerin devletin başkenti Ankara’da Kızılay ve Ulus’a çıkmaları yasaktı. Devlet, adil bir bölüşüm yaşamadığı ve fakr-u zaruret içinde bıraktığı köylüsünün cumhuriyetin seçkinlerinin göz zevkini bozmalarını istemiyordu.
Onlar köylerinde yırtık elbiseleri ve çıplak ayakları ile yaşamalı ama istendiğinde kanının son damlasına kadar vergisini vermeli, bir de gerektiğinde çocuklarını askere göndermeli idi.
İşte o günlerin mirasçısı CHP lideri Kılıçdaroğlu da bugün gelinen noktayı bir türlü hazmedemeyerek hırçınlaşıyor, yeni bir kutlama modeli arıyor. Asıl rahatsızlığı ise bugüne kadar cumhuriyeti tarif ederken “Tasada ve sevinçte ortaklık” olarak resmedilen tablodaki her defa tasa kısmını omuzlayanların nasıl olup da Çankaya’ya kadar çıkıp sevince de ortak olmaları CHP lideri bunu hazmedemiyor. Silivri’deki Ergenekoncular da aynı endişeyi dile getirmiyorlar mıydı?
“Biz hep böyle gidecek sandık.”
O gün Çankaya’da halk vardı ama Halk Partisi yoktu. “Başörtülüler Suudi Arabistan’a gitsinler” diyen Süleyman Demirel ve onunla aynı kumaştan dokunmuş Ahmet Necdet Sezer’i gözlerim ısrarla aradı. Bir de İstanbul Üniversitesi’nde başörtülü öğrenciler için ikna odaları kuran CHP
Milletvekili Nur Serter’i ve ADD Başkanı Tansel Çölaşan’ı...
Yoktular, zaten onlar bu milletin kalbinde hiç olmadılar ki...