Filistine karşı!..
İsrailin Gazze saldırısının nasıl bir moral bozukluğuna yol açtığı ortada. Henüz daha sadra şifa bir tutum geliştirilebildiğine de şahit olmuyoruz. Takınılan en ciddi tavır ise, İsrail ile Filistin kuvvetleri arasında ateşkesin sağlanması arayışı. Bunun için Erdoğan ve Mursi, Obama veya Putinle görüşerek sonuç almaya çalışıyor.
Fakat İsrailin bu taraklarda da bezi yok!.. Haniyenin hükümet merkezini bombaladığı gibi, yedekleri de askere çağırarak geniş bir kara harekâtına girişeceğinin işaretlerini veriyor. Dolayısıyla İsrail asıl stratejisi ne ise, o noktaya vardıktan sonra ateşkesin mümkün olabileceğini düşündürüyor.
O nokta nedir?
İsrail bir yandan Türkiye-Mısır işbirliğinin, öbür yandan seçilmesine karşı tavır aldığı Obama yönetiminin, kendisi karşısında ciddi bir güç teşkil etmediğini bağıra bağıra ilân etmek istiyor. Daha doğrusu da kendi iradesinin aşılamaz olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Dolayısıyla İsrailin tavrı karşısında yeni seçilen, henüz savunma ve dışişleri bakanlarını dahi atayamayan ABD yönetimi şimdiden pes etmiş görünüyor. Hatta bu saldırıları onayladığını ilândan da çekinmiyor.
ABD dışında kalan diğer o batı ve doğu ülkeleri ne yapıyor? Bir de onlara bakalım: İngiltere, Almanya ve Fransa, dahası İtalya tamamen sus-pus!.. Şu anda Almanya Başbakanı Merkelin, ziyaretinde bulunduğu Rusya da aynı şekilde. Erdoğan telefonla arasa bile, Putinin kendini beklemeye çektiği sonucunu çıkaramaz mıyız buradan? Netice olarak Çin veya Hindistanın da bu konuda herhangi bir tavrına şahit olamayacağız demektir.
Kuşkusuz bu ülkelerin her biri, saldırıların veya işgalin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra teker teker konuşmaya başlayacaklardır. Yani sel köprüyü bölecek, Basra harap olacak, geride sel gidip kum kalacak, ondan sonra da konuşacaklar!.. Orasından burasından üç-beş insan hakları edebiyatı, haddini aşan saldırıların kınanması gibi!..
Batı ülkelerinin ve NATOnun, bundan önceki saldırılar sırasında yaptığı da bundan farksızdı. Belki iki bloklu dünya sona ermeden önce, Rusya biraz daha farklı konuşur gibi olurdu. Ama o da sonucu değiştirmezdi.
Dolayısıyla dünyanın ulaştığı bu yeni aşamada, bize düşen daha bir akılcı, daha bir gerçekçi davranmak olabilir. Bu sözleri söylerken kastım, herhalde şartları görüp kenara çekilmek değildir. Hele hele problemin retorikle çözülecek bir yanı da bulunmamaktadır. İster iç kamuoyuna, ister dış kamuoyuna dilediğin kadar konuş, fark eder mi?
Bu arada yediğimiz her darbe karşısında Kurana sarılmak gibi, ümmetin birliği gibi tezlerin tekrar tekrar üretildiğine de şahit oluyoruz. Kuşkusuz bu tür yaklaşımlar baştan sona doğrudur. Fakat bu nasıl sağlanır? Kalabalıklar kendiliğinden bir araya gelip toplanmaz ki? Sözü dinlenen bir davetçi olmalı her şeyden önce. Ayrıca bu davetçinin fiilî bir gücü de bulunmalı değil midir? Yani ümmet dediğimiz toplumsal bütünlük fiilî bir gücün, merkezin etrafında bir araya gelebilir.
Ayrıca da bunun nasıl bir zamana ihtiyaç duyurduğu da ortadadır. Dolayısıyla bir düşüncenin nazari plandaki doğruluğunun, realite düzeni ile test edilerek sağlamasının da yapılması zaruridir. Bu yapılmadığı takdirde, söylediğimiz çoğu söz, kendimizi ve ümmeti horlamaktan öteye geçemiyor dolayısıyla. Sonunda da birer melodrama dönüşüyor söylediklerimiz ki sormayın!..
Bunca olup biten karşısında, Allahın bir hesabının bulunduğunu da kuşkusuz unutamayız. Fakat Allahın hesabının, sünnetullahın dili mucibince tezahür ettiği de malûmdur. Bu bakımdan âlemlerin yüce Rabbinin hesabının tecellisini beklerken, bizim de boş durmamamız, şifâhi dua ve temennilerin ötesine geçerek, fiili surette esbâba tevessül de etmemiz gerekir. Belki asıl, öncelikli olarak yapmamız gereken de budur.
Belki bu noktada söyleyeceklerimin, bütün İslâm ümmeti açısından geçerliliği de bulunmayabilir ya da meselâ dolaylı olarak vardır. Yani gerek kendisi, gerekse İslâm dünyası adına bağlayıcı, hedef ve istikamet tayin edici konuşmaları bugün hangi ülke yapıyor? Bu güvenli ses Mısırdan mı, Suudi Arabistan veya Endonezyadan mı işitiliyor ya da meselâ İrandan mı? Kuşkusuz Türkiyeden çıkıyor bu ses!.. Nitekim Türkiyenin ortaya koyduğu van minüt ikazı, Mavi Marmara teşebbüsü ya da meselâ İslâm dünyasında değişime öncülük etmeye soyunması bunun bir işareti sayılmaz mı?
Ayrıca bunun daha başka işaretleri de yok değildir. Mesela bazen kendisi olarak, çoğu zaman da başında kendi temsilcisini bulundurduğu İslâm İşbirliği Teşkilatı üzerinden böyle bir tavır geliştiriyor Türkiye. Nitekim Libya devrimi sırasında, fakat oraya da henüz NATO veya Fransız güçleri saldırmamışken Türkiye şöyle bir arayışın içinde oldu: İslâm İşbirliği Teşkilâtı bünyesinde, İslâm Barış Gücü gibi bir kuvvet oluşturmak. Bu kuvvet aracılığıyla Libya sorununa müdahalede bulunmak gibi!..
Nitekim o sıralarda, Dışişleri Bakanı Davutoğlu olsun, Genelkurmay Başkanı olsun Mısıra gitmişler ve birlikte müdahale seçeneği üzerinde durmuşlardı. O sırada Mısırda devrim hiyerarşisi henüz belirginlik kazanmadığı için de bir sonuç alınamamıştı. Mısırla yapılan son buluşmada bu konuların daha ciddi suretle ele alınmış olabileceğini düşünmek durumundayız.
Buradan varmak istediğim sonuç şudur:
Türkiye akıl-fikir bazında İslâm dünyasına öncülük etmek istediğine göre, İsrail karşısında takınılacak yeni tutumun sorumluluğu da kendi üzerinde demektir. Öyleyse bunu düşünmemiz gerekmez mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.