Gece yarısı gelen telefon!
Telefonum uzun uzun çalıyordu. Gecenin bu saatinde hangi şaşkın arıyor diye söylenerek ahizeye uzandım:
- Alooo...
- Ben arıyorum.
- Siz kimsiniz kardeşim? Gecenin bu saatinde insan rahatsız edilir mi?
- Rahatsız mı oldunuz beyefendi?
- Tabii rahatsız oldum, siz kimsiniz diyebildim.
Muhatabım gayet rahattı:
- Ben yüksek rütbeli bir komutanım. Duydum ki yarın Dünya İnsan Hakları Günü dolayısı ile bize çakacakmışsın.
Birdenbire şaşırdım. Gerçekten de bahsi geçen konuda yazı yazacaktım. Birtakım notlar almış ve masamın üzerine de Bunları unutma! diye görünür bir yere koymuştum. Paşanın bunlardan nasıl haberi olmuştu?
- Doğru ama nasıl bildiniz?
- Bizim her yerde gören gözlerimiz, duyan kulaklarımız vardır, deyiverdi paşa.
Şaşkınlığım daha da artmıştı:
- Herkesi mi dinlersiniz?
- Hayır, sizin gibi zararlı olanları, diye cevapladı.
Bu defa ben sordum:
- Biz mi zararlıyız?
- Tabii ya, dedi Paşa; biz bugüne kadar cark-curku kurmuştuk, ne güzel işi götürüyorduk. Sizin gibiler çıkıp tekerimize taş koydunuz.
- Peki insan hakları, vatandaşlık hukuku?
- Geç bunları dedi paşa. Bir ülkede idare edenler ve edilenler vardır. Sizler oğlunuzu istediğimizde askere göndereceksiniz, vergi istediğimizde de vereceksiniz.
- Paşam, dedim sizin bu söylediğiniz CHP kafası.
- Bu devleti CHP kurmadı mı, diye cevapladı. Ha CHP, ha devlet!
- Silivridekilerde mi aynı düşünüyorlar, diyebildim.
- Tabii, tabii, dedi paşa; onlar bizim yüzaklarımız.
- Nasıl olur efendim, demokrasi, serbest seçimler, halkın oyları ile iktidar olma.
- 80 yıldır halkın oyları ile seçilenler mi iktidar oldu sanıyorsun, dedi paşa.
Aslında hep biz iktidarda idik. Seçilen başbakanların önüne kırmızı dosyaları koyar, bunları uygulayacaksın derdik, Milli Güvenlik Kurulunda da bunun kontrolünü yapardık. Sözümüzü dinlememek gafletine düşenleri de her 10 yılda bir indirir, sonra da yeni seçilecek olanları sindirirdik.
- Peki paşam, dedim; neden büsbütün kalıp siz idare etmediniz? Önünüzde engel mi vardı ki?
- Tabii, dedi paşa
Dünyanın gerçekleri var. Dünya demokrasi ile idare edilmemizi istiyor. Biz de işi kılıfına uyduruyoruz.
- Türkish demokrasi yani?
- Eh, biraz öyle.
- Peki paşam, dedim
Darbelerde neden insanları astınız? Mesela 1960ta Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu, 1972de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve 12 Eylülde onlarca genci astınız!
Paşa derin bir nefes aldıktan sonra konuştu:
- Menderes ve arkadaşlarını ABD istediği için astık. Onlar da ABD ile iyi geçinselerdi. Öteki idamlar ise ihtilalin gerekliliğini halka inandırmak içindi ve adil olduğumuzu göstermek için de 12 Eylülde bir sağdan bir de soldan astık. Ne yapalım yani asmayıp da beslese miydik? Her zaman herhalde orduya sadakat şerefiniz olmalıdır.
- Paşam o söylediğiniz inançlarımızın koruyuculuğunu yapan ordu için tabii ki doğrudur. Tankının namlularını halkına çevirenler için değil!
- Bu sözleriniz bana Muhsin Yazıcıoğlunu hatırlatıyor, dedi paşa
Onun başına gelenleri sakın unutma! Ölüm seni korkutmuyor mu?
- Paşam, korkanlar her gün ölür, yiğitler bir gün ölür. Muhsin Yazıcıoğlu bir kere öldü ve bizler onu şehit olarak anıyoruz.
Paşa öfkelendi ve telefonu suratıma kapatırken:
- Senin akıbetini hiç iyi görmüyorum, dedi.
Tam bu sırada eşim beni uyandırdı:
- Mehmet, kaloriferleri sonuna kadar açmış, ev değil fırın mübarek. Her gün böyle yakarsak bu kışın sonunu getiremeyiz.
Hanım doğalgaz faturası hesabı yaparken ben hâlâ evdekilere kepenklerimi indirmiş paşa ile yaptığım insan hakları muhabbetini düşünüyordum.
Muhteremler, bizi rüyalarımızda bile rahat bırakmıyordu!