Davutoğlu konuşuyor
Davutoğlu’nu şimdiye kadar hep uzaklardan işitir, dinlerdim.
Ne kadar uzaklardan konuşursa konuşsun, onun sesini ve mesajını kendime yakın bulur, geliştirdiği mantık ve muhakemeyi de o kadar takdir ederdim. Eskiden bir gazetede beraber yazmamıza rağmen de herhangi bir karşılaşmamız olmamıştı. Dolayısıyla uzaktan uzağa hep bir ses, vurgu ve mantık olarak algıladığım Davutoğlu’nu, geçen gün Ankara’da, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde yakın plandan dinleme imkânı buldum. Orada Davutoğlu, ehli vukuf bir zümre huzurunda, “2012’de Türk Dış Politikası ve Gelecek Ufku” konulu bir konuşma yaptı.
İki saat süren, fakat o dar dinleyici grubunda asla bıkkınlık tesiri bırakmayan o konuşmayı burada size özetlemek isterdim.
Fakat buna imkânım yok. Davutoğlu’nun yaptığı konuşmanın gözden geçirilerek, hiç olmazsa bir broşür halinde yayınının faydalı olacağını, enstitü yetkilisi arkadaşlara hatırlatmam gerekir mi bilmiyorum. Nitekim bunu en iyi takdir edeceklerden biri, enstitü başkanı Yasin Aktay değil midir? Bu arada kaydedeyim, o toplantıda Yasin Aktay’ın, iyi konuşmalarından birine şahit oldum.
“Ağyârına mâni – efradını câmi” bir sunuş konuşması!.. Daha doğrusu da, Davutoğlu’nun teorisyen ve pratisyen yönüne ilişkin dört başı mamur bir değerlendirme oldu Yasin beyin konuşması. Dolayısıyla o içi dolu, kendini sınırlamasını bilen o takdimi için Yasin Aktay’ı tebrik etmek isterim.
Asıl meseleye gelince: Davutoğlu’nun konuşması için neler söylemem gerekir? Dış politika gibi engebeli bir arazide ve her biri kendi alanında uzman, ehli vukuf bir zümre huzurunda Davutoğlu nasıl konuşuyor, nasıl bir tutum takınıyor? O konuşma sırasında birbirinden farklı strateji kuruluşlarının temsilcilerinin emekli veya değil hariciyecilerin, önemli bazı televizyon programcılarının bir arada olduğunu söylemem gerekiyor.
İşte böyle seviyesi yüksek, dinleyicisi sınırlı bir zümre karşısında Davutoğlu hem bir bilim adamı, hem de Türkiye gibi engebeli sayılabilecek bir ülkenin Dışişleri Bakanı olarak konuşuyor, konuşuyor. Fakat benim dikkatim daha ziyade, anlatılan mevzuları takip kadar, aksine konuşan kişiye dönük!..
Bunca kriz, gelişme ve alt üst oluş karşısında, konuşmacı kişinin takındığı haleti ruhiyeyi ziyadesiyle önemsiyorum. İşte iki saati aşkın o konuşma sırasında, Davutoğlu’nun bende bıraktığı intibalar: Gerek konuşmasını yaparken, gerek sorulara cevap verirken en ufak bir tıkanmaya şahit olmadım.
İki saat boyunca, ne meşgul olduğu alana ilişkin, ne de yaptığı konuşmanın mantıki akışı itibariyle zorlanmıyor. Dinleyici heyetin ve uğraştığı problemlerin üzerinde kalmayı başarabilen bir zihin salâbeti ki, en çok dikkatimi çeken burası oldu.
Daha doğrusu da yaptığı işin şuurunda olan, altında ezilmeyen bir birikim ve yönlendirme kabiliyeti ile dopdolu bir heyecan, fakat bu heyecan jeste, mimiğe, ironiye veya alelâde psikolojiye asla kendini teslim etmiyor.
Belki şöyle söylesem daha yerinde olur diye düşünüyorum: Meşgul olduğu alan, muhatabı olan ehli vukuf zümreler, ağzından çıkan mesajın ulaşabileceği derinlikli alanlar kadar, aynı anda kendisi üzerinde de egemen olan bir kontrol kabiliyeti.
Hepsi bir arada bunların, fakat bir de tabii, bütün bu denetleme mekanizmalarına rağmen, ülkesi adına duyulan yüksek bir özgüven!..
Bu özgüvenin, şuur ve aşkla iç içe geçmiş yeni bir dile dönüşmesi!..
İşte böyle, kendini kontrolü ihmal etmeyen bir üslûp ile Davutoğlu konuşuyor.
O anda da dinleyicilerin bütünü, kendini bırakmış Davutoğlu’nu dinliyor. Kuşkusuz itiraz etmek isteyen, çelişki arayanlar yok değil, var. Fakat konuşmacının birikimi ve tahlil kabiliyeti karşısında cılızlaşıyor bütün bunlar.
Konuşma sırasında hasıl olan tesire bakarak, altında yatan sebebi veya sebepleri tesbite çalışıyorum, daha o anda. İlk ulaştığım sonuçlar da şunlar oluyor:
Bu adam bulunduğu yerden bakıyor meselelere!.. Durduğu yerden, yani ülkesinden bakıyor. Burda da onun en büyük yardımcısı, şuurunda olduğu dinamik bir tarih yorumu ve coğrafya algılaması oluyor.
Tabii bir de içtimai şuur altını iyi okuduğu ve sezdiği, kendi milletine olan özgüveni. Bu üçlü terkibe arkasını yaslamış olarak bakıyor, konuşuyor. Çevreye ve bölgeye, bütün dünyaya, durduğu bu noktadan bakarak değerlendiriyor.
Öyleyse bu yaklaşımın adını da koymak gerekir: Kendini merkez alan bir bakış açısı!.. buradan yola çıkan bir düşünce biçimi!.. Her bilgi ve tecrübe, bölgesel veya küresel her gelişme, zıtlık-çelişki veya imkân, hepsi bir noktada tevhid ediliyor.
İşte böyle bir birikim, zıtlık ve çelişki üretmeye teşne durmayan sağlıklı bir şuurla eşleşince, dinleyenlerin üzerinde ister istemez inşirahlı tesirler uyandırmaya başlıyor.
İsterseniz bu noktayı biraz daha açayım: Türkiye insanının zihin hayatı, hakikati kendi dışında arayanların hikâyesi ile doludur. Herhangi bir ideolojiye veya politikaya eklemlenmek, onunla teselli bulmak, kurtuluşumuzu onlara transfer etmek gibi bir hastalık.
Bir sistem veya nazariyeyi ithale dayalı bir yaklaşım tarzıdır bu. Demokrasiye, liberalizme, sosyalizme veya aktarma bir İslâmcılığa kendini bırakmak, fakat sorunun asıl kendisi ile asla yüzleşmemek, bunu göze alamamak!..
Halbuki onların hiçbiri bize dönük bir çözüm vâzetmez. Tam tersine onlar bizim için birer imkân mesabesindedir. Onu veya onları, kendi adımıza birer imkâna dönüştürmek gerekmez mi?
İşte Davutoğlu’nda benim gördüğüm temel farklardan biri bu oldu. Kendi dışımızdaki ne bir politik güce ve realiteye, ne de nazariyeye sırtını dönmeyen, içimizdeki ihtilâflara teslim olmadığı gibi, onları bile bir imkân olarak dönüştürmeyi becerebilen yeni bir yaklaşım tarzı.
Netice olarak söylemem gerekirse, böyle bir şuura ve birikime kendimizi teslim ederek dinliyoruz onu. Daha garibi onu dinlerken, halen mevcut bir medeniyetin şuuru ile konuştuğunu fark ediyor ve bundan memnun oluyoruz.
Kaldı ki bu intiba sırf bana mahsus da değil. Oradakilerin ortak kanaati de aynı!..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.