Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

Atatürkçülükten Bıktırma Manzaraları

Atatürkçülükten Bıktırma Manzaraları

Geçen Cumartesi gecesi Hulki Cevizoğlu’nun yapımcı ve sunuculuğunu üstlendiği Ceviz Kabuğu’nda benim tahminimce -doğru ya da yanlış- mahalle baskısı ile sıkı bir Atatürk’ü anma ve anlama programı yapıldı. Cevizoğlu ve 3 konuğu aykırı hiç bir ses olmadan sabaha kadar Atatürk’ü anlattılar. Eh, buna hakları var tabii. Ulusal Kanal izleyicilerinden de bol bol, Atatürk düşmanlarını hedef alan mesajlar okunarak izleyicilere moral takviyesi yapılmış oldu. Hani bir tarihlerde demokratik sol siyasetin duayenlerinden sayın Rahşan Ecevit’in “Din elden gidiyor!” vecizesinin bir başka versiyonu olan ve ideolojik körlüğün ruh dünyamıza getirdiği çarpık yapılaşmanın ürünü “Atatürkçülük elden gidiyor!” argümanıdır. Oysa ne din elden gidiyor, ne de Atatürkçülüğün bir yere gittiği var. Arıza bizim kafalarımızda Bu hezeyanlar ve paranoyalar üzerimize giydirilen “Deli gömleğinin” bizlere armağanı şüphesiz programın en renkli kişisi Yalçın Mıhçı Beydi.

Sayın Mıhçı, bir 28 Şubat günü Merzifon’da dünyaya gözlerini açmış. Konservatuar mezunu. Besteler ve icracı sesi de Allah için çok güzel, programda bir iki şarkı da seslendiriyor. Amerika’ya gidip orada kendini ispat etmiş. Buraya kadar kimsenin söyleyeceği sözü yok. O’nun besteleri, güfteleri bizim kültürümüzün zenginliği. Bize tuhaf gelen sayın Mıhçı’nın bir takıntı haline gelen Atatürkçülüğü. Burada iki önemli ayrıntıyı da belirtmeliyiz. Mıhçı, Atatürk’ün tıpkısının aynısı, çok benziyor inkılapların sahibine. Kendi ifadesine göre bazı rütuşlarda yaptırmış bu benzerliği artırmak için. Küçüklükten itibaren Atatürk olmak arzusu ile büyümüş. 19yaşında boğulduğunu, kendisini bir kenara çekerek üzerine gazete örttüklerini ve bütün bu olanları ruhunun yukarıdan seyrettiğini söylüyor soğukkanlıca. Sonra tekrar bedenine girip canlanmış. İşte ne oldu ise o andan itibaren olmuş. Atatürk’ün ruhu da bu arada bedenine girivermiş. Şaka yapmıyorum, bu sözleri sayın Mıhçı, programda söylüyor ve diğer konuklar da hayran hayran izliylor. Sayın Mıhçı, 2012 yılında vizyona giren Kubilay filminde Atatürk rolü teklif edilmiş. O da seve seve kabul edip oynamış. Atatürk’ü temsil ettiği içinde her an çok ikkatli olduğunu ve hata yapmamaya özel bir önem verdiğini de söylüyor. Atatürk’ün diye yok satan bir de kitap yazmış ve fuarları dolaşarak bu kitaplarını imzalıyormuş. Hazret kendisinden o kadar emin ki, “Bu kitabı herkes okusa iş tamam, Atatürk’ü herkes anlayacak” demeyi de ihmal etmiyor. O’nu dinlerken gözümün önünden bazı hastalıklı tipler geçiyor. Birisi Necla Çapan, yıllarca Atatürk’ün ruhu ile birebir konuştuğunu söyleyip, bunu da kitaplaştırıp subaylara bol bol satın alınmasını sağlayan ve Atatürkçülüğe hizmet noktasında Genelkurmay’ın bile alkışladığı hatun kişi. İkinci hatırıma gelen hastalıklı kafa ise 12 Eylül’ün işkencecibaşı Kenan Evren. Bir gün Milli Birlik Konseyi dedikleri yerde arkadaşları ile çay-kahve içerken “Bu millet neden Atatürkçü olmuyor” diyerek 2 milyon Nutuk bastırıp her eve bir adet zimmetli olarak vermeyi düşünmüşlerdi. Bu Nutuk’ları evin babası her akşam ev halkını salonda toplayıp okuyacak ve Türk milleti toptan hidayete erecek, Atatürkçü olacaktı. Sonunda mahzurları düşünülerek bundan vazgeçildi. Aynı Konsey’de öğretmenlerin de toptan “Atatürkçülük” kursuna alınıp ıslah edilmemleri de gündeme gelmişti. Bugün halâ tüm üniversitelerimizde okutulan “Atatürk İlke ve İnkılapları” dersi o hastalıklı kafanın ürünüdür. Tabii bu arada her boş bulunan köşeye bir Atatürk büstü dikmekte bu Konsey’in asli vazifeleri arasına girmişti. Bilhassa şehirlerde bir subay, bir polis ve belediye zabıtası üçlü bir komisyon oluşturup esnaftan gönüllü(!) olarak para topluyor, onunla da hemen garnizon komutanının işaret ettiği bir yere heykel dikimi gerçekleştiriliyordu. TRT kameraları da bu ulvi hizmeti halka anlatmak için, orada hazır ve nazır bekliyorlardı. TRT’de haberlerin içinde bir heykel saati oluşturulmuş, şehirler, kasabalar, nahiyeler, hatta köyler bile heykel yarışına sokulmuştu. Burada şunu da zikretmeden geçmeyelim. O kadar çok Atatürk büstü dikilmiş olacak ki, bir anda memlekette büst darlığı ortaya çıkmış ve Ereğli Demir-Çelik İşletmeleri’nin Zübeyde Hanım Dökümhanesi tam 3 yıl başka işlerden azade tutularak 24 saat boyunca tam vardiya Atatürk büstü dökümü işinde kullanılmıştı. Bir yandan heykel dikme yarışları yapılırken diğer yandan 600.000 kişi cezaevlerine doldurulacak, onlarca gencimiz uyduruk gerekçelerle asılıp, onbinlercesi işkence tezgahlarında sakat bırakılacak ve pek çok ocak söndürülecekti. Öyle ki bu zulüm abidesi olan adam sonradan yaptıkları idamları savunacak ve:

- Ne yapalım yani, asmayıp da beslese miydik? diyecektir.

Sonradan Kenan Evren şemsiyesi altında kurulan Özal Hükümeti’nde Milli Eğitim Bakanı olan Sayın Hasan Celal Güzel okullara bir tamim yayınlayacaktı:

- Matematik, Fizik ve Kimya derslerinde ulu önder Atatürk’le ilgili problemler sorulacak.

¥ Müzik dersinde Atatürk’ün sevdiği şarkılar öğretilecek.

¥ Din dersinde Atatürk’ün din anlayışı anlatılacak.

¥ Kız Meslek Liseleri’nde de ulu önder Atatürk’ün sevdiği yemek tarifleri verilecek!

Ve sayın Güzel’in bu ince çivilemesi Milliyet Gazetesi’nde “Atatürkçülükten bıktırma” tamimi olarak manşetten görülecek ve Konsey tarafından durdurulacaktı. Oysa bu gerçeği gören Milliyet 1960 darbesinden sonra okuyucuları için bir Atatürk Heykeli yaptırma kampanyası açacaktı. Gazeteye göre Türkiye’nin 14 ilinde halâ Atatürk Heykeli yoktur ve bu ayıpla daha fazla yaşanamaz! Sayın Mıhçı’yı seyrederken aklıma gelen bir diğer şahıs ise M.Emin Aytekin. Sayın Aytekin, bir kurmay albay, 1960 ihtilalinde İstanbul’u darbeye hazırlayan ekipte önemli bir subay. Kendisi aynı zamanda ikna odaları mucidi. CHP İstanbul Milletvekili Nur Serter’in de babası. İhtilal çıkmazı adı ile kitaplaştırdığı ve bence 27 Mayıs’ı en iyi anlatan kitabında nefis bir Atatürkçülük eleştirisi yapar. Buyrun yoruma hiç hacet bırakmayan o satırlara:

“İhtilâlcilik çok sarî ve tehlikeli bir hastalıktı

Aslına bakılacak olursa ihtilâl hepimizi hasta etmişti. Hepimiz işimizi gücümüzü bırakmış, sadece memleket meseleleriyle meşgul olmaya başlamıştık.

Ben şahsen sabahleyin gazeteleri elime alıyor, şöyle başlıklara bir göz atıyor, birkaç satır okuyor, sonra kendimi dinlemeye çalışıyordum. Neler düşünmüyordum. Memleket kapkara bir tablo içerisindeydi. Her küçük olay dahi mutlaka köklü tedbirleri davet etmekte ve bu köklü tedbirler sadece bizlerin getireceğimiz sistemle sağlanabilmekteydi. Bugünkü sistem memleketi meçhul ve karanlık bir akibete doğru sürüklemekteydi vs. vs...

Ama içimizde bizden de fazla hasta olanlar da vardı. İstanbul'da bir general vardı ki, hangi taşı kaldırsanız altından o çıkardı. Vazifesi değildi ama, kendisi bundan hoşlandığı için bunu görevi zannederdi.

Odasında masasının üstünde bir Atatürk büstü vardı. Çalışma masasının arkasında duvarda Atatürk portresi ayrıca, florasanla yapılmış bir Atatürk profili, önünde Atatürk'e ait kitaplar. Odasında otururken, dolaşırken kendini Tanrının Türkiye'ye gönderdiği Atatürk'ün yeni bir muakkibi olarak görürdü. Bir gün ordu kumandanı Korgeneral Cemal Tural bana, "Odasını Atatürk'ün resimleriyle donatmış ve bunların arasında kendisini bir Atatürk olduğu inancına kaptırmış bir adam" diye tavsif etmişti. Teşhis mükemmeldi.

İşin asıl garip tarafını bu generali bir gün ziyarete gittiğimde gördüm. Telefonu çaldı. Karşısında konuşan bir falcı idi. Cinsiyeti meçhuldü. Erkek miydi? Kadın mıydı? Onu söylemiyordu. Falcı generalin o günkü falına bakmış ve o günkü tutumunu görerek değerlendirmişti. Falcının generalimizin zaafını keşfeden çok kurnaz bir kişi olduğu belliydi: Bütün konuşmalarında ona Atatürk olacağı inancını telkin ederek yapılması lazım gelenleri yaptırıp yönlendirmeye çalışıyordu. Ben iki telefon konuşmasına şahit oldum. Aklımı kaçıracaktım. Fakat büyük bir zorlama ile renk vermemeye çalıştım. Hatta karşıda konuşanı çok da merak ediyordum. "Paşam ne olur bir de benim falıma baksın" dedim. "Olmaz" dedi. "O yalnız benim falıma bakar, başka kimseninkine."

Ama general çok saf bir insandı. Zaten falcıya inanmak için bu derecede büyük bir safiyet lazımdı. Bu sebeple bana falcının dediklerinden bazı pasajlar nakletti. Ve nakledilen pasajlardan telefon falcısının mahir bir yönetici olduğu inancına sahip oldum.

Bu durum, bizim teşkilatımız için bir zaaf idi. Durumu otorite olacak kumandanlara bildirdim. Bu kanattan gelecek teşebbüslerin değerlendirilmesinde, bu faktörü dikkatte tutmak lüzumunu hepimiz kabul ettik.

İhtilâlcilik bir hastalıktı. Hem de çok sâirî ve tehlikeli bir hastalıktı. Ama o zaman içimizde bu hastalığa tutulmuş olduğunu kabul edenler yok denecek kadar azdı.”

28 Şubat döneminde Sultanbeyli’de yolun tam ortasına Atatürk Heykeli diken Doğu Silahçıoğlu Paşa da aynı hastalıktan muzdariptir.

Sayın Yalçın Mıhçı’yı seyrederken Atatürkçülük adına Türkiye’de yapılan tuhaflıklardan bir kaçı aklıma geliverdi. O da yazdığı Atatürk’ün kitabı ile toplumu kurtaracağına inanıyor. Herkes bu kitabı okursa iş tamammış. Bu kitap Bandırma Vapuru’nun yola çıkışı gibi imiş. Sayın Mıhçı’da soyadından mülhem, kendisi hastalıklı bir yapıya mıhlanmış ve oradan kurtaramıyor, pek çok Atatürkçü gibi...

Galiba söylediği tek doğru Türk insanı için yaptığı tesbit, G.D.İ (Genetiği Değiştirilmiş İnsan)

O da ne yazık ki bu insanlardan birisi, işin tuhaf yanı da kendisinin farkında değil. Zaten farkına vardığı gün zihnindeki prangaları kırabilecek.

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi