Türkiye’yi gözden çıkarmak
Önce, değişmez, sabit bir iki temel düşüncemi aktarayım; ardından varmak istediğim netice ile yazımı sonlandırayım. Aradaki ince irtibatı ise siz değerli okuyucularımın dikkatlerine emanet edeyim.
İslam’ın, maddi-manevi yükselişi hak eden dinamiklerini nazara almadan, başarıları topluluklara ya da şahıslara yüklemek; hem İslam’ın ana esası olan tevhide hem de ontolojik gerçeklere ters bir yanılgıdır.
Her İslami hizmet, vücut, nur, hidayet ve rahmet gibi, sebeplere dayalı olmayan, doğrudan Cenab-ı Hakk’ın perdesiz yarattığı olguların halitasıdır. Bu olguların hiç birine beşer elinin ya da bir başka vesilenin müdahalesi söz konusu değildir. Bu noktada, bizim gayretlerimize atfedebileceğimiz değer sadece “iktiran” denilen yakınlıktan ibarettir. Yani Rabbimizin lütfüyle, bizim istihdam yoluyla hasıl olan gayretlerimiz birbirine çok yakın alanlarda vücut bulmakta; bu yakınlık sebebiyle de, bunlar birbirine sebep- netice gibi görünmektedir.
İslam, bütün hükümlerini akla tasdik ettiren bir dindir. Peygamber Efendimiz: “Allah, insana akıldan daha üstün bir nimet vermemiştir” buyurur. Akıl, vahye muhatap olmanın ilk şartıdır. Akıl sorumluluk sebebidir. Akıl, insanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliktir. Aklın olmadığı yerde ne ilimden, ne irfandan ne de hikmetten söz edilebilir.
Biz Müslümanlar, burhana tabi oluruz. Diğer dinlerin saliklerinde olduğu gibi aklımızı ruhbanların emrine vermeyiz. Alim, hoca, mürşit ne demiş, ne söylemiş olursa olsun, dedikleri, söyledikleri birbiriyle ebedi barışık olan akl-ı selim ve nakl-i sahih ölçülerine, endazesine uygun düşmüyorsa reddedilir, nazara alınmaz, hükmü geçersiz kılınır.
İslam, insanın maddi-manevi bütün mahiyetini, yükselişe, mükemmelliğe sevk eden bir din olmakla da, hem diğer dinlerden farklıdır; hem de evrensel kabulü hak eden seçkinliğe sahiptir. Kur’an’ın kıyamete kadar gerçekleşecek bütün keşif ve bulgulara işaretlerde bulunması; ayrıca kendilerine itaat edilmesini emrettiği peygamberlerin ellerinde tezahür eden mucizelere sarmalayarak ileride keşfedilecek teknolojik gelişmelere göndermelerde bulunması söz konusu ettiğimiz hükümlerin en açık delilleridir.
Bu deliller perspektifinden bakıldığında, hiç kimsenin İslam’ın geleceği adına endişe duymasına mahal ve hiç kimsenin İslam’a ait yükselişi kendine mal etme gibi bir hakkı ve salahiyeti yoktur. Biz olmasaydık bu başarılar olmazdı; ya da biz olmazsak bütün olanlar olmaza döner zihniyeti, vehimden öte hiçbir gerçek karşılığı bulunmayan ümniyeler, hevesten başka temeli bulunmayan boş kuruntulardır.
Gelin, Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği bütün imkanları bir de böylesi bir tevhit anlayışıyla değerlendirelim. O imkanların var edilişini Allah’a; eksilişini, bitişini, tükenişini nefsimize, hatalarımıza, liyakat kayıplarımıza verelim. Böylesi bir değerlendirişle, kendimizle yüzleşelim, hatalarımızdan, kusurlarımızdan arınmaya, vazgeçmeye çalışalım; nefs-i emarenin, şeytan-ı lainin avukatlığını yapma yanlışına saparak, hatalarımızı, kusurlarımızı katlanır hale getirmeyelim.
İslam’ın en temel öğretilerinden birisi, Allah’a isyan söz konusu olduğunda kula itaat yoktur, prensibidir. Nitekim, bir seriyenin komutanı, emri altındaki askerlere kendilerini yakmalarını emreder. Onlar da, Allah Resulüne soralım, eğer bu konuda da emre itaat etmemiz gerekiyorsa, o taktirde denileni yapalım, derler. Konuyu Efendiler Efendisine açtıklarında: “Eğer kendinizi ateşe atsaydınız, ebedi ateşte kalırdınız” buyurur.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Amerika’ya gidişinin ilk yılındaydı. Kendisini ziyarete gitmiştim. Sabah kahvaltısı için arkadaşlarla masalara oturduk, Hocaefendinin gelmesini bekliyoruz. O sırada arkadaşlardan birisi akşam gerçekleşmiş sohbetten söz etti. Kendisine, artık Türkiye Hizmet adına ne ifade ediyor, Medine’yi mi, Mekke’yi mi andırıyor, diye sorulmuş. O da bir celal haliyle, Türkiye artık Taif bile değildir, cevabını vermiş. Çok üzüldüm. Arkadaşlara, böylesi yanlış yönlendirici sorular sormayın, dedim ve ilave ettim: Kesinlikle Hocaefendi bu cevaptan sonra üzüntüsünden sabaha kadar uyuyamamıştır.
Beş on dakika sonra Hocaefendi geldi. Buyur etmesi üzerine hemen sağındaki sandalyeye iliştim. Daha kahvaltıya bile başlamamıştık. Üzüntülüydü. Eliyle arkadaşları göstererek, bana hitaben şunları söyledi: Akşam sohbette, bunlar bana Türkiye’nin hizmetteki yeni yeri ve konumunu sordular, ben de öfkeme kapılarak Taif benzetmesi yaptım. Sabaha kadar da üzüntümden uyuyamadım..
Kesinlikle ihtimal vermiyorum; fakat farzı muhal, söylenildiği gibi, Hocaefendi, hizmet adına Türkiye’yi gözden çıkarma çağrısını gerçekten de yapmış bulunsa, çağrıya muhatap olanlar mümin aklıyla, mümin basiretiyle, mümin ferasetiyle hareket etmek zorundadır. Aksi davranış, ne sadakattir, ne vefadır, ne de itaattir. Sadece, pişmanlığı sonsuza dek sürecek sefil bir bönlük, sinsi bir kahpelik ve de alçak bir ihanettir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.