İP İstanbul Adayı Levent Kırca Seçimleri Önde Götürüyor(!)
30 Mart seçimlerinin bence en renkli kişisi Levent Kırca’dır. Hazret’i tanırsınız. “Olacak O Kadar” adıyla ekrana gelen skeçlerinde bir dönemin şehir hayatını ve toplumu hicvederek haklı bir şöhret yapmıştır. Sonunda kendisini bir türlü yenileyemeyerek ortaçağda kalmış ve tiyatrodaki en büyük destekçisi Oya Başar’dan da ayrılınca “sudan çıkmış balığa” dönerek daha önceleri rol yaptığını sandığımız sarhoşluk krizlerine bu defa gerçekten girmiştir. İngiltere’de en son bir grup Türk’ü meydana toplayıp, elinde megafonla yaptığı konuşma gerçekten içkinin şişede durduğu gibi durmadığının ispatıdır.” “Türkiye’de halk ayaklandı Mustafa Kemal’in askerleri yönetime el koydular, Silivri boşaltıldı.”
Hazret, bu arada üstün kabiliyetlerini göstermek için ULUSAL KANAL’da hiç uğramadan yayın yönetmenliği yapma başarısını göstermiş, bu arada da kabına sığamayarak ve kendisine yapılan ısrarlara dayanamayarak İşçi Partisi’nden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olmuştur.
Bakımsız kaynaklar O’nun seçimi mutlaka alacağını söylemekte imişler(!)
Efendim, onun bu adaylık meselesi konuşulunca ister istemez arşivleri karıştırıp, daha önce DSP’den Üsküdar’da girdiği bir belediye başkanlık seçiminin hikâyesini yine O’nun kaleminden Aydınlık gazetesinden okuyalım istedik. Milletin kendisine nasıl hararetle sarıldığını, o seçimlerde nasıl nal topladığını veciz bir şekilde anlatıyor:
“Bir ara ben de belediye başkan adayı olmuştum Üsküdar’dan. DSP “Üsküdar’dan koyalım senin adaylığını” dedi, “Tamam” dedim. Seçim öncesi sabahları buluşuyoruz, kiraladıkları eski bir minibüsün içine üç beş partili ile birlikte doluşuyoruz. Minibüsün üzerinden avaz avaz bir marş çalınıyor. Aracın içinde bir arkadaşımız, elinde mikrofon adeta haykırıyor. “Başkanımız geldi” diye. Başkanları da benim hesapta. Henüz aday olmamama rağmen, herkes “Başkan” diyor bana. Bir iki gün ciddiye almıyorsunuz, sonra siz de kaptırıyorsunuz ve başkan sanıyorsunuz kendinizi.
Gene bir gün tepemizde hoparlör yeri göğü çınlatıyor, çığırtkan elinde mikrofon yırtıyor kendisini “Başkanımız geldi” diye. Saat daha erken. Muhtemelen hafta sonu. Marşlar çalıyor, arkasından bir adam boğazının damarları kabarmış, gözleri avazlanmaktan pörtlemiş bir şekilde, biraz da kısılmış sesiyle, “Haydi başkanımız geldi” diyor. Perdeler çekiliyor, pencereler açılıyor, insanlar “Hay başkanınıza” der gibi el hareketi yapıyorlar. Tabii bu hareketler gıyabımda bana yapılıyor. Fazla paraları yok. Sağa sola afiş, bez gibi şeyler asamamışlar. Benim resimlerimden oluşturdukları afişleri de minibüsün üstüne asmışlar. Camlara, lastiklere, nereye denk gelmişse artık. Şoför, tam önüne yapıştırılmış iki afişin arasından ne görüyorsa, gördüğü kadarıyla sürüyor aracı. İnsanların el kol hareketlerini, cama yapıştırılmış afişimin deliğinden görüyorum. Köhne bir kahvehanenin önünde duruyoruz. “Çay mı içeceğiz? İyi olur” diyorum. “Yok, siz burada konuşma yapacaksınız” diyorlar. Sürükleye sürükleye kahvehaneye sokuyorlar beni. Gömlek bir yerde, kravat bir yerde giriyoruz içeriye. Kahvehanede ilk bakışta üç-beş masa göze çarpıyor. 2 masada adamlar taş oynuyorlar. Diğer masalar boş. Selam veriyoruz sempatik görünmeye çalışarak. Adamlar selamımızı zar zor alıyor. Kahveci çay dağıtırken ekşi bir suratla ağzını oynatıyor. Galiba küfrediyor. “Gene geldiler” gibisine.
Çığırtkanımız bir kez daha yırtıyor kendisini: “Başkanımız geldi!” Milletin ipinde değil. “Başkanım, masaya çık” diyor biri. Kolumdan çekiştiriyor. Diğeri: “Yok, yerden konuşsun.” Ceketimin sağ kolu sökülmüş, düştü düşecek. Az önce omuzlardayken pantolonumun da ağı yırtıldı. Donum görünüyor. Zor idare ediyorum. O sırada 2 masadan biri homurdanarak kahvehaneyi terk ediyor.
Kaldı mi bize 1 masa, yani 4 kişi! Hah! Biri de tuvaletten çıktı, etti 5. Neyse konuşmamı yapıyorum; adamlar oynadıkları oyundan başlarını kaldırmadan dinliyorlar beni. Ya da ben öyle zannediyorum. Bizimkilerden biri, “Yeter başkan. Bunlar anladılar anlayacaklarını. Bu kahvehaneden 4 oy bizim. Hadi pazar yerine gidiyoruz. Orası kalabalık olur şimdi” diyor. Tekrar yapışıyorlar kollarıma. Bu kez, sökük olan kolum tamamen kopuyor. Pantolon da düştü düşecek. Ayaklarım yere basmadan ulaşıyoruz minibüse. Araç dolu. Beni de tepesi üstü saplıyorlar minibüse. Aynı marşlar baştan çalınıyor. “Seçim çalışması böyle mi olur yahu?” diyorum tepetaklak. Yaptığımız görüntü ve ses kirliliğinden başka bir şey değil.”