Darbeyle gelenin suikastla gittiği yer
Pakistan'da siyasetin en önemli iki parametresini darbeler ve suikastlar oluşturuyor. Darbe yapmak bütün Genelkurmay başkanlarının en doğal hakkı gibi görülüyor. Bir darbecinin bir sonrakine bu hakkı devretmesi içinse ya doğal ömrünü tamamlaması veya bir suikasta kurban gitmesi gerekiyor. 1999 yılında bir darbeyle iktidara gelen Pervez Müşerref, bu süreci geciktirmek için, darbe yapacağına kesin gözüyle baktığı bir G.kurmay başkanına alan bırakmadı görev süresi boyunca. Bu esnada devlet başkanlığı görevini G.kurmay başkanlığı ile birlikte yürüttü.
Ancak, darbeyle gelenin darbeyle değilse suikastla gittiği ülkede kural değişmiyor. Benazir Butto'ya yapılan suikast aynı zamanda Müşerref'i hedef almıştır. Olayın arkasında Müşerref'in kendisi varsa bile durum değişmiyor. Suikastla başlayan süreç Müşerref'in iktidarının bitişinin hızlanmasını da işaret ediyor.
Olayla ilgili ilk kuşkular e-Kaide'yi gösterdiği halde örgütün Pakistan'daki temsilcisi olayı üstlenmeyi açıkça reddetti. Ancak el-Kaide'nin marka değeri ve ideolojik yansımaları bugün onu çok odaklı ve herhangi bir tutarlılıktan bağımsız eylemlere kaynaklık edebileceğini de gösteriyor. En azından suikastın benzer bir ideolojik etkiyle yapılmış olma ihtimali tümüyle yok sayılamaz. Bu eylemin sonuçlarının son kertede el-Kaide'nin nihai planlarına uygun olup olmayacağı da çok önemli değildir. El-kaide'nin nihai planının ne olduğunu kim biliyor ki? Şimdiye kadar yaptığı bütün eylemler ABD'nin bölgedeki nüfuzunu daha fazla artırmaktan başka bir şey yapmamış.
Pakistan'daki siyasetin iki önemli parametresi suikast ve darbedir ya. Suikastın ortaya çıkardığı kaos bir darbe ile sona erdirilir. Görünürde darbeciler ne yaptıklarını iyi bilirler, kaosun kendisi ortaya çıkmak için meşru bir gerekçedir. O yüzden kaos ile darbeciler arasında her zaman mantıksal ve nedensel bir illiyet kurmak olağan karşılanır. Bu biraz da Türkiye'deki olayların sıradüzeni dolayısıyla kazandığımız bir alışkanlık olsa gerek.
Oysa sosyal olguların tabiatı dolayısıyla bilinmesi gereken bir gerçek vardır ki, suikastçılığın, darbeciliğin mantığı hiçbir zaman beklendiği gibi tam-rasyonel çalışmaz. Darbe fikri insanın kafasına üşüşmeye görsün, aklını başından alır darbecinin. Hesap hataları birbirini kovalar. Başvurulan enstrümanlar, örneğin siyasi hamleler, propagandalar, suikastlar, ne kadar profesyonelce uygulanmış olursa olsun, son uygulamada istenmeyen sonuçlara esir düşmesi hiç de muhal değildir.
Butto'ya yönelik suikasttaki yüksek başarı, çok büyük bir hesabın bizzat olayın aktörleri tarafından iyi yapılmış olduğunu göstermez. önümüzde bir süre ertelense bile gelecek olan seçimler, bundan önce halkın sergilemekte olduğu infiallerin ne tür sonuçlar vereceğini kimse bilemez. Bunun sonuçlarının en azından olayın arkasındaki görünür şüphelilere yaramayacağına kesin gözüyle bakabiliriz.
Fehmi Koru şaşırmamızı bekleyerek bir tarihi tespitte bulundu dünkü yazısında. Pakistan'ın Müslümanlara ait bir ülke olarak Hindistan'dan ayrılıp kurulmasına en fazla muhalefet edenler Müslüman ulema olmuş. Aralarında “İslam devleti” düşüncesinin 20. yüzyıldaki en önemli temsilcisi Mevdudi'nin de bulunduğu bu ulemanın Pakistan devletine bu şekilde muhalefet etmelerinin arkasındaki nedenleri iyi irdelemek lazım.
Aslında 20. yüzyıla kadar bütün İslam ülkelerinin tarihi misyonu çoğulcu yapılarında saklı idi. Müslüman devletlerin laikleşmeleri ve ulus-devlet yapılarına dönüşmeleri ile türdeş tek-dinli bir nüfus yapısına kavuşmaları eş zamanlı olmuştur. Garip bir biçimde tek-dinli yani sadece Müslüman bir nüfustan oluştukça da İslami bir pratikten uzaklaşmıştır bu ülkeler. İslam, halkı Müslüman olan ülkelerin ulusal bir bileşenine indirgenmiştir. Tuhaf bir durum yaratmıştır bu gelişme. örneğin, pratikte dinle hiçbir ilgisi olmayanların ulusal kimliği olarak fanatikçe benimsenebilmiştir İslam. İslam'ın bir çok sembolik değerine savaş açanların aynı anda misyonerlere, Hıristiyanlara da düşmanlıkta öne çıkması da bu tür tuhaflıklardan. İslam bir içe kapanma ideolojisi olarak ve buna sağlayabildiği ölçüde benimsenmiştir.
Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılması ise gayr-ı müslim bir toplum içinde bir kalite sergileme ihtimali olan ve daha büyük bir Hindistan için çalışıp buna öncülük edebilecek olan Müslümanların Pakistan olarak tecrit edilmesi sonucunu da doğurmuştur.
Pakistan sağlıklı bir İslam siyasetinin sonucunda veya o siyasete yol açacak şekilde kurulmuş değil. Sanıldığının aksine Hindistan üzerindeki İslam etkisini kırmak üzere Hindistan'dan kopartılmıştır. İngilizlerin bu fikre başından beri Gandhi'nin bütün muhalefetine rağmen sıcak bakmış olmalarından bunu anlamak lazımdı.
Görünürde bağımsızlık iyi bir şeydir, Müslümanların kendi kaderlerini tayin edecek duruma gelmeleri çok iyi bir şeydir. Hiç kuşkusuz…
Ancak yine görünüyor ki, Pakistan'da yaşanan bu ayrılık, pek iyi olmamış, Müslümanların daha da gerilemesine yol açmış.
Yine aynı Hintli Müslüman alimlerden Hasan en-Nedvi'nin dediği gibi “Müslümanların gerilemesiyle” sadece Müslümanlar değil bütün “dünya neler (neler) kaybetti!”