Egemenlik kavramı ve milli İrade meselesi
Cemiyet halinde yaşayan insanoğlu; hayatının korunmasını, inandığı gibi yaşama imkânının sağlanmasını, neslinin ve malının korunmasını arzu eden bir varlıktır. Cemiyet hayatının devamının sağlanabilmesi için hukuki, siyasi, iktisadi ve ahlâki hükümlere ihtiyaç vardır. Mütefekkir İbn-i Haldun’a göre cemiyet hayatı, insanların birbirlerine olan ihtiyaçları (teavün/dayanışma) sebebiyle ortaya çıkan bir hayattır. Devlet ise adaletin sağlanması gibi zaruri bir maslahatın neticesidir. Tarih boyunca cemiyet ve devlet kavramları ile ‘hâkimiyet/egemenlik’ kavramı arasındaki münasebetin tartışıldığını söylemek mümkündür. Batı’da siyasi rejim olan krallıkların (totaliter rejimlerin) ortaya çıkmasıyla birlikte, devleti devlet yapan temel hak ve yetkilerin tanımlanması problemi ortaya çıkmıştır. Fransız hukukçu Jean Bodin, ‘Devlete Dair Altı Kitap’ isimli eserinde egemenliği “devletin mutlak ve kalıcı gücü” olarak tarif etmiştir. 17. yüzyılda Hollandalı hukukçu Hugo Grotius devletler hukukunun değişmeyen/olmazsa olmaz ilkesini izah ederken egemenlik kavramı üzerinde durmuştur. Filozof J.J. Rousseau, ‘Gerçek manada özgürlüğü elde edebilmek için mutlak irade olan devletin egemenliğinin herkes tarafından kabul edilmesi gerekir’ diyerek devlet ile egemenlik arasındaki münasebete dikkati çekmiştir. Batı’da “Republica” (cumhuriyet) kavramı, egemenliğin halka ait olduğunu kabul eden siyasi rejimi ifade için kullanılır. Bazı siyaset uzmanları, teorik olarak ‘halkın egemenliği’ ile siyasi rejim olan demokrasi arasındaki münasebetin problemli olduğunu ifade etmişlerdir. Meselâ: Filozof Karl Popper; “Etimolojik olarak halk egemenliği anlamına gelen demokrasi terimi, maalesef çok tehlikeli olan bir terimdir. Bütün vatandaşlar, kendilerinin yönetimde olmadıklarını bilir ve bu yüzden de demokrasiyi sahtekârlık olarak kabul ederler”diyerek, bu problemin kaynağına işaret etmiştir.
İslâm toplumlarında; hakikate uygun olan bilgiye ve hikmete dayanan ‘Nizam-ı Âlem’ ideali, devlet siyâsetinin en önemli unsurunu teşkil etmiştir. Bu ideale göre, Allah’ın hâkimiyetinde/egemenliğinde herhangi bir tebeddül ve tegayyür olmaz. Buna sünnetûllah denilir.(1) Ancak insanların zahirî ve batınî hallerinde sürekli bir değişim söz konusudur. Nizam-ı Âlem idealine göre; hikmete uygun olan siyâsetin rüknü insanoğlunu yeryüzünün sahibi değil, halifesi olarak değerlendirmektir. Siyâsi kararların, hikmete ve maslahata uygun olması zaruridir. Osmanlı toplumunda ekonomik farklılaşma; hukuki bir imtiyaz getirmediği için, farklı sınıfların (Burjuva, bürokrat, işçi sınıfı vs.) siyâsi mücadeleleri gündeme girmemiştir. Hesap gününe hazırlanan müslümanların; “Baş başa bağlı, baş şeriata bağlı” hükmünü benimsedikleri ve asırlarca ‘şeriatın kestiği parmak acımaz’ hükmünü dillerinden düşürmedikleri malûmdur. İslâm fıkhında devletin ve siyâsi rejiminin meşrûiyetini belirleyen unsur adalettir.
Adaleti mülkün (devletin/iktidarın) temeli olarak değerlendiren Osmanlı aydınları, Tanzimat döneminden itibaren garip bir değişime uğramıştır. Bu değişimin belirleyici unsuru, Büyük Fransız Devrimi’dir. İnsanoğlunu dünyanın sahibi olarak gören modernizm, sanayi devriminin getirdiği imkânlarla bütün dünyayı etkisi altına almıştır.
SİYASİ REJİM VE HÜKÜMET SİSTEMLERİ
Siyasi literatürde devlet, bir milletin ortak iradesiyle kurulan ve o milletin ortak gücünü temsil eden mücerred bir hukuk kurumudur. Vatandaşlarının güvenliğini sağlayan, zaruri ihtiyaçlarını temin eden ve adaletin gerçekleşmesine vesile olan devletin varlık sebebi, insanlığa hizmetle sınırlıdır. Varlık sebebine bağlı kalmayan ve adalete riayet etmeyen bir devletin “şu veya bu siyasi rejimle yönetilmesinin” fazla bir önemi yoktur. Devletin kurucu unsurları arasında zikredilen ülke ve insan topluluğu yanında, örgütlenmiş bir siyasi iktidarın ve bu siyasi iktidarı kullanan organların (geniş anlamda hükümetin) bulunması da zaruridir. Devletin zaruri organı olan hükümetin, kamu düzenini sağlaması ve vatandaşlarına hizmet etmesi gerekir. Hükümet sistemleri genellikle ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi dikkate alınarak tasnif edilir. Kuvvetler ayrılığı doktrininde yasama, yürütme ve yargı organlarının (politik teslis) önemli bir yeri vardır. Filozof Montesquieu ‘Kanunların Ruhu’(Esprit des Lois) isimli eserinde, yasama, yürütme ve yargı erklerinin (organlarının) dengelenmesinin önemine işaret etmiştir. Montesquieu’nun akıl devleti kavramını ön plana çıkardığı ve şu tesbitte bulunduğu malûmdur: ‘İnsanoğlu, münzel kitaba dayanan dinlerin hükümlerini hafife alır, kendine has kurallar geliştirmeye başlar, daha sonra var olan kuralları gizli veya açık bir şekilde kendisi çiğner. Kamusal erk ile boy ölçüşmeye kalkışır. Çünkü yetersizdir ama hırslıdır, bilgisizdir ama cüretkârdır.’
Kuvvetler ayrılığını dikkate alan bazı siyaset uzmanları, birbirinden farklı üç hükümet sistemi üzerinde durmuşlardır. Birincisi: Kesin manada kuvvetler ayrılığını esas alan Başkanlık Sistemi’dir. Türkiye’de yasama, yürütme ve yargının bağımsızlığını savunan, fakat ‘Başkanlık Sistemi’ni reddeden politikacılar, aydınlar ve bürokratlar, tarifi kolay olmayan bir çelişki içerisindedirler. İkincisi: Halkın siyasi tercihinin bölünemeyeceğini esas alan ve egemenliğin üç uygulama alanının (yasama, yürütme ve yargı) birliğini savunan Meclis Hükümeti sistemidir. Üçüncüsü: Yasama, yürütme ve yargının hukuki açıdan ayrılığına, fakat siyasi birliğine dayanan ”Parlamenter Hükümet” sistemidir. Bazı siyaset uzmanları; bu üçlü tasnifin dışında, başkanlık sistemi ile parlamenter hükümet sistemi arasında yer alan ‘Yarı Başkanlık Sistemi’ni ayrı bir bir model olarak değerlendirmeye tabi tutmuşlardır.
DEMOKRASİ VE MİLLİ İRADE MESELESİ
Bütün dünyada yaygın olan kanaate göre demokrasi; düşünce hürriyetini esas alan, vatandaşların seçme-seçilme haklarını tanıyan, serbest seçimler neticesinde çoğunluğun iktidarını ve azınlığın muhalefet hakkını kabul eden bir siyasi rejimdir. İktidarın teşekkülü, denetlenmesi ve devredilmesi konusunda, kendine mahsus prensipleri vardır. Yunanca “Demos” (halk) ile “Cratos” (güç, idare) kelimelerinin birleştirilmesiyle elde edilen bu terimin, İslâm’ın tebliğinden on asır önce siyasi anlamda kullanıldığı malûmdur. Eski Yunan’da “tek adam” idaresi olan diktatörlük ve tiranlığa karşı; halkın kendisiyle ilgilisiyasi kararları,vekâlet yoluyla değil doğrudan alması gündeme girmiştir. Doğrudan demokrasi anlayışı, Atina ve Isparta Devletleri arasında yıllarca süren savaşa sebeb olmuştur. Demokrasi’nin gündeme girdiği ilk yıllarda, lehinde ve aleyinde değişik görüşler ortaya atılmıştır. Filozof Aristo’ya göre ‘demokrasi avamın eğemenliğidir. Oligarşi ve tiranlıkla birlikte üç kötü hükümet biçiminden birisidir. Bu üç hükümet de yöneticilerin kendi çıkarlarını sağlama temeline dayanır.’(2)
Son yıllarda, siyasi rejim olan demokrasi ile ‘Milli İrade’ kavramı arasındaki münasebeti dikkate alan bazı medya aydınları, keyfi yorumlarını piyasaya sürmektedirler. Hâlbuki siyaset ilmi literatüründe ‘milli irade’ denilince akla gelen kavram, J..J. Rousseau’ya ait olan ‘genel irade’ kavramıdır. Bu kavram da tıpkı egemenlik kavramı gibi, izafi bir değere haizdir. Zira herkesi temsil etme kabiliyetine ve tutarlılığına sahip olan bir iradeden bahsetmek kolay değildir. Toplumlar; farklı dünya görüşleri, inançları, hedefleri ve talepleri bulunan farklı çevrelerden oluşur. Her bir çevre/topluluk arasında da birbirinden farklı şahsiyet özelliklerine sahip kimselerin bulunması mümkündür. Toplumlarda farklılığı ve çeşitliliği ortadan kaldırma ihtimali sözkonusu değildir. Musannif Katip Çelebi ‘Kimi ahmaklar ihtilâf hikmetini bilmez, cümle halk bir mezhepte ve meşrepte olsun deyü muhal tasavvur eder’(3) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Toplum/halk/millet gibi kavramlarla ifade edilen geniş kitleler, kendi aralarında birçok açıdan farklılıklara haizdir ve bu farklı insanların iradeleri (tercihleri) her hadise karşısında değişik şekillerde tezahür edebilir. Dolayısıyla bazı politikacıların ve medya aydınlarının herhangi hadiseyi tahlil ederken ‘millî iradenin korunması gerekir’ gibi hüküm cümleleri kurmaları, kendi tercihlerini pazarlamakla ilgilidir.
İnsanlara iyilikleri emreden ve onları kötülüklerden alıkoymaya çalışan her müslümanın, cemiyet hayatını zehirleyen gayr-i meşrû davranışları mahkûm etmek için gayret sarfetmesi gerekir. Cemiyet halinde yaşayan insanları bir geminin yolcularına benzeten Peygamberimiz Efendimiz (sav), akıl sahibi olan insanların ibret almaları için şu misali vermiştir: ‘Allah’ın çizdiği sınırları muhafaza etmeye ve başkalarına faydalı olmaya çalışanlar ile meşrû sınırları aşıp günaha düşenlerin hali, bir gemiye binip denize açılan insanların hali gibidir. Onlardan bazıları geminin alt kısımlarında yerini almışlar, bazıları da geminin güvertesine çıkmışlardır. Alt kısımda bulunanlardan birisi su almak için yukarıdakilerin yanına çıkar. Yukarıdakiler ona su konusunda (vermemek için) eziyet ederler. Bunun üzerine o adam eline baltayı alır ve geminin tabanını delmeye başlar. Durumu farkedenler ‘Ne oluyor sana? Neyin var?’ diye sorarlar. O da, ‘Siz bana su konusunda eziyet ettiniz!.. Bana su lazım, gemiyi deliyorum’ cevabını verir. Böyle bir durumda eğer onlar adamın elini tutar, gemiyi delmesine mani olurlarsa kurtulurlar. Aksi takdirde o adamla birlikte kendileri de helâk olurlar’.(4) Siyasi, ahlaki ve ictimai keyfiyete haiz olan bu teşbih; sadece içinde bulunduğumuz halin tahlili açısından değil, ayna zamanda ‘Ne yapmalı?’ sualine cevap bulabilmek için de oldukça önemlidir. (Misak Dergisi-Sayı:280)
___________________
(1) Tursun Bey - Tarih-i Ebu’l Feth- İst: 1977 Sh: 3 (Haz: M. Tulum)
(2) Orhan Hançerlioğlu - Felsefe Ansiklopedisi- İst:1976 C: 1 Sh: 299
(3) Katip Çelebi - Mizanû’l Hak fi Temyizi’l Ehak-İst: 1981 Sh: 38
(4) Sahih-i Buhari-İst: 1401 C:3 Sh: 111 K. Şirket: 6 Ayrıca Sünen-i Tirmizi-İst: 1401 C: 4 Sh: 470 K. Fiten:12
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.