“Radikalizm” İstismarından İslam Birliğine…
Radikaliz” kavramı ile İslami “Orta Yol” arasında uzaktan ya da yakından hiçbir yakınlık bulunmamakta; hatta İslam dini, temel kaynakları yönü itibariyle, aşırılığı her yönden reddetmektedir. Durum bu kadar açık ve kesinken; ABD liderliğindeki Batılılar, İslâm’ın reddettiği “radikalizm” kavramı üzerinden dünyadaki tüm Müslümanlar ile İslâm dinini töhmet/zan altına alarak neo-sömürgecilik ile neo-emperyalizmi inşa etmeye çalışmaktadırlar.
Bundan dolayıdır ki; “radikalizm” ve radikalizmin türevleriyle ilişkilendirilen İslam ve Müslümanlar soğuk savaş sonrası dönemin evrensel ana ‘itici’ teması haline getirilmişlerdir. Üstelik bu yapmacık/sun’i ve sinsi/muammalı gündem, çok sayıda İslâm ülkesinin “Batı’ya bağımlı” yöneticileri tarafından da desteklendiğinden dolayı, İslam ülkeleri ile Müslümanlar birbirlerine kırdırılma noktasına getirilmişlerdir.
Açıkçası süreci böylesine istismarcı ve cepheleştirici bir şekilde kullanan baş aktör ABD olmakla birlikte; gelişmelerin perde gerisindeki asıl güç İngiltere, süreçten asıl faydayı uman ise İsrail’dir. Ancak Batılılar’ın tüm bu “ince ayar” politikalarına rağmen, elbette bu süreçle bağlantılı olarak, kısa vadede değilse de, orta ve uzun vadede asıl kârlı çıkması beklenen hiç kuşkusuz İslâm dünyası ile kişiler düzeyinde Müslümanlar’dır. Bu noktada, sadece Avrupa’nın tarihine bakılacak olunursa bile ne demek istediğim kolaylıkla anlaşılacaktır.
Öyle ise, “El Kaide, IŞİD, Husi, Boko Haram vs gibi” radikal ve kimden oldukları dahi belli olmayan örgütleri inşa ederek İslam ve Müslümanlar’a yamayıp yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışanların kısa vadeli kazançlarına bakarak kahrolmaya zerre miktar bile değmez!... Zira bu zulüm, katliam, fitne, fesat ve sömürü düzeni her ne kadar Batılı egemen güçlere hizmet ediyor gibi görünse de, aslında İslâm birliğinin inşasına giden yolun kilometre taşlarının döşenmesine hizmet etmektedir.
Hakikaten, mesela; hani bir zamanlar Avrupa coğrafyasında yaşanmış olan yüzyıl savaşları, otuz yıl savaşları, engizisyon kıyımları vs gibi dehşet verici acılar nasıl ki Avrupa’yı zirveye taşıdıysa; aynı şekilde, hâlâ daha fetret devrini yaşamakta olan İslâm dünyasının da yeniden toparlanarak birlik içerisinde dünyaya düzen verebilmesi için bazı acıları yaşaması gerekmektedir; aksi halde, kısmi rahatlığı içerisindeki mevcut köleliğine rıza göstermeye devam edecektir.
O halde, her ne kadar Sovyetler Birliği (SSCB) dağılma sürecine girince (1985-89) ve Doğu Bloğu ile Batı Bloğu arasındaki dehşet dengesi koşulları Batılılar lehine ortadan kalkınca (1989), soğuk savaş döneminin yegâne galibi (1991) ABD ve dolayısıyla NATO için “radikal” İslam kullanılabilecek en önemli araç olarak görülmeye başlanmış (1987-89) olsa da, yaklaşık çeyrek asır sonra ortaya çıkacak olan asıl neticeye bakalım derim. Çünkü İslâm dünyasının içerisine sürüklenmekte olduğu bu tufanın İslâm dünyası için eğitici, olgunlaştırıcı ve kenetlendirici yönü çok büyük hayırlara vesile olacaktır diye inanıyorum.
Zaten madem “onların kurmakta oldukları oyundan daha etkili oyun Allahütealâ’nın kurduğu oyun” olduğuna inanıyoruz, öyle ise sorun yok!... Madem ilahi hüküm öyle; “diplomasi ve iletişim” sanatını en iyi bir şekilde kullanarak, İslâm ahlak ve adaletine uygun bir şekilde davranarak, bilişim çağı koşullarına en uygun bir şekilde vazifemizi icra ederek olanları seyretmeye koyulalım derim…
Zaten şu karmaşa ve iç hesaplaşmalar dönemi birazcık ötelenerek Batılı-lar’ın kafasındaki “muhteşem” DOĞU algısı yeniden uyandırılmaya başlanacak olunursa, hem geri dönülmez bir biçimde yeniden toparlanma sürecine girilebilecek, hem de Batılılar’ın bu oyunları tamamen kendilerinin aleyhine çevrilebilecektir. Unutulmasın ki, her ne kadar “şark meselesi ya da doğu sorunu” dillerine dolandırılıyor olsa da, aslında söz konusu kavram üzerinden İslam ve Müslümanlar’ın gücünden duymakta oldukları endişenin hücrelerine kadar yerleşmiş olduğu rahatça anlaşılmaktadır.
Gerçekten de Batılılar’ın kafasındaki DOĞU” algısı öylesine derin ve tahakküm oluşturucu bir şekil almıştır ki; Avrupa’nın evrensel ölçekte bir güç olarak görüldüğü ve Osmanlı Devleti’nin ise hasta adam konumunda değerlendirildiği ondokuzuncu asrın ortalarında, 1867 yılında, Osmanlı İmparatoru merhum Abdülaziz, Avrupa’nın önemli başkentlerinden Londra, Paris ve Viyana’ya yapmış olduğu ziyaretler esnasında, Avrupa’daki ünlü gazetelere yansıyan değerlendirmelerde “artık dünyanın merkezinin Avrupa olduğu, artık Doğu ve doğulunun Avrupa ve Avrupalılar’ın olduğu” söylemleri kullanılarak DOĞU ile İSLAM’IN sarsılmaz üstünlüğü farklı bir şekilde de olsa net olarak itiraf edilmekteydi. O nedenle, yeniden güçlenmeye başlamış olduğumuz bu dönemde, hasta Osmanlı ile boy ölçüşenler ile inadına ittifak ilişkilerini seslendirmekte fayda olduğuna inanmaktayım, çatışmakta değil…
Sonuç olarak; Pax Americana’nın “yeniden” belirgin bir meşruiyete dayandırılabilmesi, alternatif egemen güç ya da yeni başat aktörlerin ortaya çıkmasının engellenebilmesi için; ABD tarafından, dağılan Sovyetler Birliği’nin (SSCB) yerine, rakip tehdit unsuru olarak “radikal” İslam’ın yerleştirilmesi ve bu politikasına meşruiyet kazandırabilmek maksadıyla yapmış olduğu hamlelerin artık gerçekte hiçbir ehemmiyeti kalmamıştır. Zira gelişmeler artık çok farklı sonuçlara işaret etmektedir. Hakikaten gerek Büyük Ortadoğu Projesi ve gerekse Kent Devletleri Sistemi yaklaşımı üzerinden ufalanarak parçalara ayrılmaya çalışılan İslam ülkeleri ile Müslüman halklar oyunun farkına varmış bulunuyorlar artık. Dolayısıyla yeniden cesaretlerini toplamaya başlayan Müslüman toplumlar, İslam dünyasının iç karışıklıklara sürüklenmesi ve İslâm’ın terörle özdeşleştirilmeye çalışılması karşısında, kaçınılmaz olarak İslam birliği projesini devreye girdirme çalışmalarına başlayacaklardır. Varın sonucu bir düşünün!...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.