Türkiye’nin Ekonomi Politikasına Dikkat (1)
Türkiye ekonomisinin temelleri 1930-1938 yılları arasında sağlam bir biçimde atılmış ve imrenilecek bir sistem kurulmuştu.
Türkiye, 1930’lu yıllarda devreye girdirilen Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı döneminde yapılan yatırımlara dayalı bir şekilde, 1980’li yıllara kadar zar zor sürüklenerek geldi. Elbette İkinci Dünya Savaşı koşulları ile daha sonra gelen soğuk savaş yılları Türkiye’yi yolundan saptırmasaydı ve aynı sanayileşmeye dayalı gelişme sistemine devam edilmiş olunsaydı, belki de bugün Almanya gibi gelişmiş ülkelerle rekabet edebilecek bir gelişmişlik düzeyine ulaşmış olabilirdik. Ama olmadı!..
Dolayısıyla, Türkiye’nin gerçek anlamda kalkınmacı, gelişmeci ve ilerlemeci ekonomi politikasının uygulandığı dönem ne zamandır derseniz; elbette ki 1929-1939 arası dönem olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, inanıyorum ki; İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD’nin küresel egemenliği (Pax Americana) ve onunla ‘paylaşım anlaşmaları’ çerçevesinde gizli ittifak ilişkisi içerisinde olan Sovyetler Birliği’nin (SSCB) baskılarından korkulmamış olunsaydı, 1930’ların sanayileşme politikalarına aynen devam edilecekti. Zaten, büyük savaş sinyalleri alınması üzerine, savaş koşullarına yönelik gerekli hazırlıkları yapabilmek için 1938 yılında rafa kaldırılmış olan İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın bizzat merhum İsmet İnönü tarafından yeniden 1945 yılında devreye girdirilmiş olması da bu görüşümüzün doğruluğuna işaret etmektedir.
Hakikaten kolay değildi… Zira Türkiye’nin, iki dünya savaşı arası dönemin (1919-1939) egemen güçten yoksun ‘uygun’ uluslararası denge ikliminden faydalanarak yapmaya çalıştığı milli hamlelere 1945’ten sonra da aynen devam edilmesine ‘yenidünya lideri’ ABD müsaade etmemişti. Örneğin Nisan 1946’da boğazlara demirleyip Türkiye’yi bağımlı ilişkiye zorlayan Missouri Zırhlısı hadisesi bu anlamda ibretliktir. Türkiye’ye deniliyordu ki; “sanayileşmek senin neyine, sen üç kuruşa ürettiğin sanayi ürünlerini bir kuruşa bizden alacaksın, bu arada senin işin tarıma dayalı kalkınma” modeline işlerlik kazandırmak… Bu arada SSCB’nin lideri Stalin, 1925 yılında yapılan Türkiye-Sovyet Rusya dostluk ve saldırmazlık antlaşmasını 1945 yılında yenilemeyeceğini açıklayıp Türkiye’den ‘Boğazların yönetiminin paylaşımı dâhil’ ciddi tavizler isteyince, Türkiye de ister istemez ABD liderliğindeki Batı bloğunun şemsiyesi altına girdi.
Yani ABD, ‘Tilkiye, kaç; Tazıya, tut’ politikasını uyguluyordu. Türkiye, 1945 yılından sonra, işte böylesi bir bağımlı ilişkiler sürecine mahkûm edilmişti. Dolayısıyla Türkiye, 1930’lu yıllarda başlatılmış olan şahlanış yürüyüşüne, 1938’den sonra maalesef bir türlü devam edemeyerek süreç içerisinde üçüncü sınıf ülkeler sınıfı içerisinde kalakaldı. Daha özet bir değerlendirme yapacak olursak: Hülâsa Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra önce Lozan Antlaşması’nın zincirlerini açabilmek için (1923-1928) uğraşmak zorunda kaldı; ardından dünya ekonomi buhranının etkisini giderebilmek için (1929-1932) bazı zorunlu bedeller ödemek zorunda kaldı; hemen altı yıl sonra dünya savaşıÖnın çıkacağı yönünde ciddi sinyaller gelince savaş sonuna kadar (1938-1945) güvenlik politikalarına dayalı bir ekonomi politikası takip etmek zorunda kaldı; hemen arkasından da soğuk savaş dönemi (1945-1989/1991) şartları nedeniyle Batı’ya bağımlı bir ekonomi politikası takip etmek zorunda kaldı. Anlaşıldığı üzere, sürekli bir engelleme nedeniyle Türkiye, maalesef 1938 yılından 1980’lere kadar sürekli olarak yerinde saymak zorunda kaldı
Türkiye’nin bu bağımlılık ilişkilerine gerçek anlamda meydan okuyan ilk lider merhum Necmettin Erbakan oldu ve ‘ağır sanayi hamlesi’ çıkışına uygun kısmi hamleler yaptıysa da, kendisine müsaade edilmedi. Aslında merhum Necmettin Erbakan’ın milli ekonomi politikalarının gerçekçi bir şekilde uygulanmasına müsaade edilmiş olunsaydı, belki 1939-1973 arası kayıp dönemin telafisi mümkün olabilirdi. Kaldı ki, Türkiye’nin IMF reçetelerine mahkûm ve mecbur edilişinin tarihi gerçekte her şeyi net bir biçimde izah etmektedir. Daha sonra Merhum Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980 kararlarıyla devreye girdirmeye çalıştığı “yüksek kur, düşük faiz sistemine dayalı” serbest piyasa ekonomi modeli dikkatli bir şekilde uygulanamayıp popülist politikaların esiri haline gelinmesi üzerine, 1980-1999 arası dönemde kayıp yıllar olarak kayıtlara geçti.
Mart 1999 seçimleriyle birlikte koalisyon hükümeti kuran merhum Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz birlikteliğindeki Hükümet, merhum Özal’ın modelini tek etti ve 12 Aralık 1999 tarihinden itibaren “düşük kur, yüksek faiz sistemine dayalı” serbest piyasa ekonomi modelini uygulamaya koydular. Bu model vesilesiyle iki taraflı kayıplar yaşanmaya başladı: Bir taraftan yüksek faiz politikası nedeniyle yüklü miktarlarda borç faizi ödenmek zorunda kalınıyordu; diğer taraftan ise, ucuz döviz politikası nedeniyle ithalatımız ucuzlarken ihracatımız pahalılaştığından dolayı hem yerli üreticiler iflasa sürüklendi, hem ithalata dayalı ihracat modeli yerleşmeye başladı ve hem de korkunç oranlara varan dış ticaret açığı ile cari işlemler açıkları verilmeye başlandı. Böylesine ağır yüke dayanamayan Türkiye ekonomisi bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde iflas etti ve Aralık 2000’den itibaren korkunç bir yıkım yaşandı, kriz oldu, Kemal Derviş ekonominin başına getirildi.
Kemal Derviş döneminde 22 bankaya yapılan operasyonlar ve iddialara göre 100 milyar dolar düzeyindeki yolsuzlukların ‘ticari sır’ kavramına yaslanılarak görmezden gelinmesi gibi olayları bir kenara bırakırsak… Derviş reformları vesilesiyle Türkiye ekonomisinin bağımlılık ilişki biçimi daha sağlam araçlara dayandırılmış olsa da, Türkiye ekonomisinin normalleşmesine yönelik önemli bir sistem kuruldu; ama “düşük kur, yüksek faiz modeli” aynen bırakılarak Türkiye ekonomisinin sömürülmesine neden olan mekanizmanın kökleşerek devam etmesine göz yumuldu. Bunun üzerine, her şeyin farkında olduğu anlaşılan halkımız, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde AK Parti’yi tek başına iktidara taşıdı. (Gelecek yazımda AK Parti’nin ekonomi politikası…)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.