Türkiye’nin, “Suriyeli Sığınmacılar” Politikası Nasıl Olmalı?
Türkiye, Suriyeli sığınmacılarla ilgili olarak, uluslararası hukuktan kaynaklanan sınırlı sorumluluklarının gereğini fazlasıyla yapmış ve sırf bu nedenden dolayı uluslararası ölçekte ciddi methiyeler dizilmesine muhatap olmuş, ödüllendirilme aşamasına gelmiş ender ülkelerden birisidir. Dolayısıyla Türkiye’nin asıl sorunu sığınmacılardan ziyade güvenlik, istikrar, istiklal ve istikbal sorunudur. Hülâsa Türkiye, kendisine yöneltilmiş bulunan sinsi yıkıcı tehdit ve tehlikelerden bunalmış olması nedeniyle Suriyeli sığınmacıların getirmiş olduğu ek külfete daha fazla tahammül edemeyecek bir noktaya sürüklenmiştir.
Açıkçası Türkiye, tüm sosyoekonomik ve sosyokültürel sorunlara rağmen bir şekilde Suriyeli sığınmacılar sorununun üstesinden gelmeyi sürdürebilirdi; ama Türkiye, bizzat Batılı ülkeler ile İsrail tarafından kendisine yöneltilmiş olduğuna inanılan örtülü yıkım operasyonlarına muhatap olduğu endişesi nedeniyle Suriyeli sığınmacılar sorununu çetrefilli ve Avrupa Birliği için istikrarsızlaştırıcı hale getirmektedir diye inanıyorum. Meseleye Türkiye’nin varlığı, birliği, bütünlüğü, istikrar ve güvenliği zaviyesinden bakınca, Avrupa Birliği’ni sığaya çekme politikasında, Türkiye’nin yerden göğe kadar haklı olduğu açıkça görülmektedir.
Kaldı ki, Türkiye’deki mevcut ve muhtemelen gelecek olan yeni Suriyeli ve de belki de diğer Ortadoğu ve Kuzey Afrikalı mültecilerin yerlerinden, yurtlarından ve düzenlerinden kopartılarak yollara düşürülmesinin asıl nedeni, İsrail’in ‘vaat edilmiş topraklar’ hülyasının gerçekleştirilmesine hizmet etmek amacıyla, ABD liderliğindeki Batılı ülkeler tarafından uygulamaya koyulmuş bulunan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) gibi yıkıcı, ayrıştırıcı, parçalayıcı ve kardeşi kardeşe düşürücü zararlı projeler olduğu “ilgili açıklama, çalışma ve raporlardan” net bir biçimde anlaşılmaktadır. Şimdi ortada böylesine devasa bir güç kümelenmesi varken; Türkiye’nin, eski alışkanlıklarını sürdürerek varlığını sürdürebilmesi mümkün gözükmemektedir.
Bu durumda, Türkiye’nin süreci tersine çevirebilmesi ve Batılı ülkeleri birbirlerine karşı kullanarak aradan sıyrılma becerisi gösterebilmesi için, önüne çıkartılmış bulunan en stratejik fırsatlardan birisi konumundaki ‘Suriyeli sığınmacılar’ faktörünü çok isabetli bir biçimde kullanması gerekmektedir. Bu bağlamda Türkiye, önümüzdeki yıllarda, Suriyeli ve diğer İslam ülkeleri kaynaklı sığınmacılar sorununu, başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere, tüm ABD liderliğindeki bloğa karşı nasıl bir şekilde kullanması gerektiği noktasında ciddi anlamda mesai sarf etmeli ve süreci ivedi bir şekilde fırsata dönüştürmelidir.
Öte yandan Türkiye, ciddi anlamda sıkıştırılmış olduğu iç ve bölgesel politikaların kıskacından kurtulabilmek için, hâlihazırdaki Suriyeli sığınmacılar sorunu üzerinden bir yıl gibi çok kısa vadede neler yapabileceğine hususlarına odaklanmalıdır. Söz konusu odaklanma çalışmalarında, işi aceleye getirmeden, öncelikli olarak şu politikalar üzerinde özellikle yoğunlaşmak gerektiğine inanıyorum:
a) Türkiye, kurulduğu günden bugüne hiç karşılaşmadığı derecede ciddi bir tehdit, tehlike ve kumpasla karşı karşıya getirilmek istenmektedir. Bundan dolayıdır ki, Türkiye, zerre miktar duygusallığa yer vermeyecek bir kararlılıkla yumruğunu masaya vurmak ve NATO ile AB’ye üyelik süreciyle ilgili mevzuatta kaynaklanan taleplerinin karşılanmasını sağlamak için her türlü kozunu ileri sürmek zorundadır. Bu anlamda Suriyeli sığınmacılar kozunu da ek olarak kullanarak, ABD liderliğindeki uluslararası toplumun(!), Suriye’nin kuzeyindeki PKK-PYD terör yapılanmasına vermekte oldukları desteği geri çekerek, terörle mücadele anlayışı çerçevesinde aktif bir şekilde Türkiye’ye destek olmaları talep edilmelidir.
b) Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde yapılan örtülü operasyonlar neticesinde ülkeye akın etmiş milyonlarca Suriyeli sığınmacı başta olmak üzere, aynı proje uyarınca diğer ülkelerden gelebilecek en az on milyon daha sığınmacı akınıyla karşı karşıya kalma tehdidi altında olan bir geçiş ya da koridor ülkesi konumundadır. O nedenle, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında yapılmış bulunan “Geri Kabul Anlaşması” konusunda yapılan tüm ikili ve çok taraflı görüşmeler hususunda tüm siyasi partiler bilgilendirilmeli, muhtemel riskleri giderici tedbirler birlikte geliştirilmeli ve hatta 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra kurulacak olan hükümet bile tüm siyasi partilerin onayını almayacağı böylesi bir anlaşmayı kesinlikle uygulamaya koymamalıdır.
c) Türkiye, tıpkı Saddam Hüseyin’in Kuveyt politikasında aldatıldığı gibi, Suriye politikasında aldatılmış olduğu gibi bir izlenim vermektedir. Dolayısıyla Türkiye, Suriye politikasıyla ilgili olarak herhangi bir suçluluk psikolojisine kapılmadan, hem sınırımızdaki Suriye toprakları içerisinde Suriyeli sığınmacıların yerleştirilebilmesi için “900 kilometrelik Türkiye-Suriye sınır hattı boyunca 100 kilometre derinliğe sahip olacak şekilde” 90 kilometrekarelik ‘Güvenli Bölge’ oluşturulması projesine destek olunmasını kesin bir biçimde istemeli, hem bu ‘güvenli bölge’ projesine destek olunmaması halinde “Suriye Sınırından Avrupa Birliği sınırına kadar sığınmacı transferi için güvenli koridor oluşturma ve sığınmacıları taşıma” projesini devreye girdireceğini ilgili taraflara bildirmeli ve hem de PKK-PYD-PJAK terör örgüt yapılanmasına verilen desteğin kesilerek Türkiye ile birlikte bu gruplara karşı ortak operasyonlar yapılması yönünde kendisine yazılı taahhütte bulunulmadığı taktirde de, kendisine yöneltilmiş bulunan yıkıcı tehlikeleri bertaraf edebilmek için tüm Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Güneydoğu Asya’dan gelebilecek sığınmacıların Avrupa Birliği sınırına güvenli bir biçimde dayanmalarına uygun güvenli bir koridor oluşturulacağı yönündeki politikası tüm dünyaya ilan edilmelidir. Açıkçası Birleşmiş Milletler Antlaşması, NATO Antlaşması, Avrupa Konseyi Anlaşmaları ve Avrupa Birliği ile yapılan Ankara Anlaşması ile bu örgütler üzerinden yapılan çeşitli sözleşme ve protokoller bu hakkı Türkiye’ye vermektedir. Öyle ise, Türkiye, kendi varlığına yöneltilmiş açık bir savaş tehdidi altında olduğunu resmen açıklayarak bu ve benzeri tedbirler almaya kalkışabileceğini artık net bir biçimde göstermelidir.
d) Türkiye, yukarıda bahsedilen hamleleri yapabilme cesaretini gösteremezse şayet; o vakit, hiç olmazsa Türkiye-Suriye sınırı boyunca 900 kilometre uzunluğunda ve 10 kilometre derinliğinde, sadece 9 kilometre karelik bir alanda, yani kendi toprakları üzerinde bir ‘Geçici Güvenli Bölge’ oluşturma projesini Avrupa Birliği ile ABD’ye teklif edebilir. Böyle bir projenin tüm masrafları ile bundan sonra o bölgede yaşayacak olan tüm ‘geçici koruma’ altındaki sığınmacıların her birisi için 1000 lira aylık geçinme bedelinin Türkiye’nin hesabına yatırılması talebinin karşılanmasına yönelik yazılı taahhüt ve somut güvenceler ile Schengen vize sistemine dahil edilme, üyelik müzakerelerinin somut bir tarihe bağlanması, terörle mücadelede kesin bir biçimde taraf belirlenerek Türkiye’ye destek olunması, Türkiye’nin Avrupa Birliği Zirvelerine aday üye sıfatıyla katılmasının sağlanması ve Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ödemeyi taahhüt edip de ödemediği yaklaşık 5 milyar Avro düzeyindeki paranın faiz ve hak kayıplarıyla birlikte toplam 15 milyar Avro düzeyine ulaşmış olduğu tahmin edilen ederinin Türkiye’ye ödenmesi gibi taleplerimiz karşılığında Avrupa Birliği ile yapılan “Geri kabul Anlaşması’nın uygulamaya koyulacağı ve sığınmacıların Avrupa’ya akınlarının önleneceği” yönünde kesin taahhütlere girişilebilir.
(Hele Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda Yunanistan ile Türkiye karşılaştırması yapılacak olursa, Avrupalıların, yaptıkları haksızlıklar nedeniyle Türkiye’ye yüzlerce milyar Avroluk borçlarının olduğu gerçeğine girmiyorum.
Ya bir de Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’den kaynaklanan serbest dolaşım ile diğer haklarımızın 1980’li yıllarda verilmesi gerekirken verilmemiş olması nedeniyle Türkiye ve Türkiye halkının uğramış olduğu maddi ve manevi kayıplar hesaba dâhil edilecek olunursa, Avrupa Birliği’nin trilyon Avro düzeyinde borçlu olabileceği ise ayrı bir konu. Bu ve benzeri hak ihlallerimiz ve mağduriyetlerimiz nedeniyle hem ulusal mahkemelerimizde, hem de Avrupa Birliği ile bağlantılı bölgesel mahkemelerde trilyon dolarlık tazminat davalarının açılacağı dönemlerin geleceğine inanıyorum. Bakalım kime ya da kimlere nasip olur...)
e) Türkiye, maruz kalmış olduğu bu kritik süreçlerden gereken dersleri çıkarmalı ve derhal tıpkı Almanya gibi kurumsallaşmış bir devlet sistemi kurma çalışmalarını başlatmalıdır. Zaten eğer böylesi bir çalışma içerisine girilebilirse, Bakanlıklardaki Strateji Geliştirme Başkanlıkları’nın rolü asıl o vakit ortaya çıkacaktır. Bu konuda şimdilik daha fazla ayrıntıya girmeden yazıyı noktalamak istiyorum. Selametle kalınız…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.