Suriye’deki Paylaşım Savaşı-IV: Türkiye, İçe Dönük Olarak Ne Yapmalı?
Suriye’de yaşanmakta olan çok tehlikeli iç karışıklıklar, henüz tam olarak Türkiye’ye sıçramamış olmasına rağmen, ülkemizdeki ağırlıklı çoğunluk, Suriye krizinin tam ortasına düşmüşüzcesine paniklemiş bulunuyorlar. Kitlelerin geleceklerinden endişe duyar hale gelmeleri öylesine korkunç bir durumdur ki, insanı insanın kurdu haline getirir ve sağlıklı kararlar almasına vesile olan tüm kanallarını tamiri imkânsıza yakın bir biçimde tıkamaya başlar. Sonuçta ise, sürekli panik ataklarla yaşamaya mahkûm bir aşamaya gelinir ve böylece adım adım büyük krizler içerisinde bir yerden diğer bir yere savrulmaya başlanır.
Aslından ülkemizi ve insanlarımızı ürküten ana unsur Suriye’de yaşanmakta olan iç karışıklıklar ile milyonlara ulaşmış bulunan mültecilerin ülkemizdeki sosyoekonomik dengeleri sarsmaya başlamış olması değildir. Her birimizi derin endişeye sevk eden asıl husus, PKK’nın Suriye kolu konumundaki PYD üzerinden Türkiye’nin kontrol edilmesi güç bir iç savaşa doğru sürüklenmesi yönündeki çok kuvvetli tahminlerdir. O nedenle, Türkiye, bir taraftan içerideki terörün kökünü kurutma yönünde gerçekçi iç ve dış yönlü hamleler yapmaya koyulurken, diğer taraftan da yeniden barış sürecine gerçekçi bir biçimde işlerlik kazandırmalıdır.
Zaten, birkaç yıldan bu yana Türkiye’de uygulanmakta olan ‘çözüm süreci’ vesilesiyle ülkemiz bir nebzecik de olsa huzur, güven ve kardeşlik iklimini bir kere daha tatma fırsatı yakalamıştı. Her ne kadar çözüm sürecinin temelinin atıldığı Oslo görüşmelerinin hazırlanışı ve sonrasındaki uygulamaların neredeyse tamamına yakını ciddi anlamda stratejik ve taktik hatalar, yanlışlıklar, eksiklikler, başarısızlıklar, kusurlar içerse de; tüm bu kabul edilemez durumlara rağmen, yakalanmış bulunan güven ortamı hemen herkese terör bela ve fitnesinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceği gerçeğini göstermiştir. Bu önemli bilinçlenme birikim ve yoğunlaşması kesinlikle heba edilmemeli ve mutlaka bundan en iyi bir şekilde istifade edilmelidir.
O halde, bu bağlamda yapılması gerekenlerden birincisi: PKK terör örgütü ve bu örgütün talepleri hiçbir şekilde muhatap alınmamalı; terör örgütünün silah bırakması beklenmeden, söz konusu yapıdan kurtulmak isteyenlere bir çıkış kapısı aralamak ya da yeni bir şans tanımak için kapsamlı bir af yasası çıkartılmalı; “Kürt sorunu” anlamında tespit edilebilecek tüm eksikliklerin ortadan kaldırılması ve bu bağlamda toplumun diğer kesimlerinin endişelerinin giderilmesi ve haklarının da güvence altına alınması çerçevesinde çözüm sürecine kalındığı yerden aynen devam edilmelidir. Bu anlamda model olarak ise ABD’deki uygulamalar alınmalıdır. Söz konusu çalışmaların yürütülmesinde çıkabilecek sorunların kolayca aşılabilmesi için, hem herkesimden halkla yakın görüşmeler içerisine girilmeli, hem de etnik unsurlara tanınmış olan haklar bağlamında ABD’deki hukuk metinlerinden gerçekçi bir biçimde faydalanılmalıdır. Zaten PKK terör örgütünün Maxist-Leninist-Ateist yapısı ile Türkiye’deki Kürt kökenli yurttaşlarımızın ezici çoğunluğunun sahip olduğu İslami duyarlılık bağlamında PKK ile Kürt kökenli vatandaşlarımız arasında oluşturulmaya çalışılan ilişkinin boyutlarına bakıldığında, bu terör örgütünün, Kürt kökenli kardeşlerimizi nasıl istismar edip köleleştirdiği rahatlıkla görülmektedir. İşte bu istismarın ortadan kaldırılabilmesi ve tüm Kürt kökenli vatandaşlarımızın güvenle geleceğe bakabilmeleri için de derhal her türlü tedbir alınmalıdır; tedbir derken de bu zamana kadarki sözde tedbirlerin işe yaramadığını da özellikle hatırlatmak istiyorum. Zira köklü çözümleri içeren gerçekçi tedbirlerin alınabilmesi için, güncel sığ bakışla yetinmeyip, mutlaka sorunun derin bağlantıları ile kaynağına kadar inilmesi gerekmektedir.
Öyle ise, Türkiye’nin başına musallat edilmiş bulunan terör ve diğer çok çeşitli sorunların her birinin kökenlerini kısmen Birinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda ve önemli ölçüde de İkinci Dünya savaşı sonrası koşullar ile dünya konjonktürünün dayattığı şartlarda aramak gerekmektedir. Pek tabii olarak, bu süreçlerde iş başında bulunmuş olan yönetimlerin ve bilhassa lider konumunda olan kişilerin karizma, vizyon ve yeteneklerinin düzeyine göre ülke belli ölçüde nefes alma fırsatları yakalamışsa da, Pax Americana denen Amerikan Barışı ya da baskın gücünün hazımsızlığı ve Sovyetler Birliği tehdidini sürekli olarak karşımıza çıkarması karşısında mecburi itaat durumlarının söz konusu olduğu çeşitli biçimlerde yazılıp çizilmiştir.
Böylesine zor koşulların soğuk savaş sonrası (1989 sonrası) dönemde ortadan kalkacağı yönünde ciddi beklentiler oluşmuşsa da; daha soğuk savaşın sona ermekte olduğu yıllarda, Batı ittifakının askeri kanadı NATO tarafından, düşman kuvvetlerin renginin kızıldan (Sovyet tehdidi) yeşile (sözde radikal İslam tehdidi) çevrilmiş olması, soğuk savaş sonrası dönemin İslam dünyası için hiç de rahat geçmeyeceğine işaret etmekteydi aslında. Tam da bu tahminleri doğrular tarzdaki ilk ciddi çıkış, 11 Eylül 2001 tarihinde, New York’taki meşhur ikiz kulelerin bombalanması hadisesiyle yaşanmıştır. Zaten Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin gerçek anlamda uygulamaya koyulmasına bir milat belirlenmesi gerekirse, 11 Eylül 2001 tarihi bunun için en uygun zaman olarak görülebilir.
Şimdi böylesine korkunç bir yeni taarruz dönemi içerisinde, hele ki bu dönemdeki bazı İslam ülkelerine yapılan kapsamlı koalisyon saldırılarının kimi Batılı devlet başkanları tarafından ‘Yeni Haçlı Seferleri’ olarak isimlendirilmiş olması ortamında, en küçücük bir muhalif sesin bile radikal İslami teröre destek veriliyor şeklinde değerlendirilmesi tablosunda varın NATO üyesi Türkiye’nin durumunu bir düşünün!... Mesela, AK Parti’nin hükümet kurmasının üzerinden daha üç ay gibi kısa bir süre geçmeden, Irak’a yapılması planlanan kapsamlı taarruz için Türkiye’nin sürece dahil edilerek topraklarının kullanılabilmesi için TBMM’ye getirilen 1 Mart 2003 tezkeresinin reddedilmiş olduğu o zor koşulları bir düşünün!.. Hiç de kolay değildi… İnanıyorum ki Sayın “Recep Tayyip Erdoğan” karizması olmasaydı, belki de 1 Mart Tezkeresi TBMM’den geçerdi ve Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi daha o tarihten itibaren tıpkı Kuzey Irak’ın pozisyonuna dönüştürülmüş olabilirdi.
Liderlik karizması, vizyon, ufuk çizgisi, cesaret ve inanç çok önemlidir. Fakat devletin başındaki lider her ne kadar birinci sınıf olsa da, eğer liderin kadroları da birinci sınıf değilse, istenilen ölçü ve kapsamda başarılı atılımlar yapabilmek mümkün değildir. Maalesef bu acı gerçek AK Parti hükümetleri döneminde de açık bir biçimde kendisini göstermiştir. Sayın Erdoğan’ın liderliği ve çapı karşısında sönük ve silik kalan kadrolarının kifayetsiz yönetimleri nedeniyle, Türkiye, her ne kadar daha önceki iktidarlar dönemine göre her bakımdan büyük hamleler gerçekleştirmişse de, Sayın Erdoğan’ın karizmasının sınırlarıyla karşılaştırıldığında hiçbir şekilde arzu edilen ölçüde hamleler yapılamamış olduğu daha net bir biçimde görülecektir. Bu duruma açıklık kazandırabilmek için, mesela, sadece ekonominin niçin gerçekçi bir dönüşüm sürecine tabi tutulamamış olması gerçeğine kısaca değinmek yeterli olabilir diye düşünüyorum…
O halde, yapılması gerekenlerden ikincisi: Sayın Cumhurbaşkanımızın ‘Hedef 2023’ çıkışını bir fırsat bilip, 2016-2023 arası 8 yıllık dönemi en iyi bir şekilde değerlendirebilmek için, ideolojik takıntı içerisine girilmeden, ivedi bir şekilde ehliyet-liyakat-vizyon-karizma-güven özelliklerine sahip birinci sınıf kadrolar oluşturularak yola çıkılmalıdır. Bu arada diğer kadroların özlük haklarına hiçbir şekilde zarar verilmemesine ve eski kadroların bilgi, birikim ve tecrübelerinden de en azami ölçüde faydalanılmasına da özel özen gösterilmelidir. Bu anlamda Sayın Cumhurbaşkanımızın gerçek anlamda hemen her kesimden herkesi canı gönülden sahiplenip temsil ettiğini bir kere daha açıklamalı ve gereksiz iç gerilimlerin tamamen ortadan kaldırılması için açıkça sürecin kontrolünü eline almalıdır. Zira içten ve dıştan kıskaca alınmak istendiğimiz bir ortamda, artık kaybedilecek bir dakikamız bile bulunmamaktadır. Bu bağlamda sıralanabilecek çok şey olmakla birlikte; çözüm sürecinin hangi biçimde sürdürülmesi ile birinci sınıf ekiplerle yönetişime geçilmesi modellemeleri aslında diğer yapılması gerekenlere önemli ölçüde temel teşkil edebilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.