AB ile Türkiye’nin Sığınmacılar Pazarlığı ve M.K. Atatürk
Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemine (1699 Karlofça Antlaşması) girdiği zamandan beri, Avrupalılar karşısında, Osmanlı yöneticilerinden sade vatandaşlarına kadar hemen herkes üzerine sirayet etmiş bulunan korkunç bir ‘aşağılık kompleksi ve Avrupa hayranlığı’ hastalığı vardı. Osmanlı’nın yıkılış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş koşullarında bu kompleks ve hayranlık nedenleriyle ne gibi ciddi kayıplar yaşamak zorunda kalmış olduğumuzu bilen Mustafa Kemal Atatürk ve yakın arkadaşları, devletin resmiyetteki inşasına paralel bir biçimde, insanlarımızın zihinsel problemleriyle ilgili olarak ciddi bir çalışma programını da uygulamaya koymuşlardı.
Zaten bir toplu iğneyi bile yapabilme imkânına sahip olmayan, neredeyse her bakımdan dışarıya muhtaç ve tamamen harabeye dönüştürülmüş bir devletin “Osmanlı’nın külleri arasından” ortaya çıkartılabilmiş olmasının arkasındaki güç, inanç ve direnç de bu dönüşüm programına dayanmaktaydı. Evet, kurulduğu 1923 yılında Merkez Bankası olmayan, piyasada dolandırılan 298 milyon liradan başka parası olmayan, milyonlarca sakatlanmış engellisi olan, milyonlarca dul ve yetimi olan, yeterli gıdayı elde edebilme imkânı olmayan, insanlarına sunabileceği iş ve aşı olmayan, gerçek anlamda modern ordusu olmayan, uzun vadeli bir savaşı yürütebileceği nicelik ve nitelikte silahı olmayan ve sınır bölgelerinde dünyanın en güçlü devletleri konumlanmış bulunan bir devletten, 1935’lere gelindiğinde Avrupa ve Ortadoğu siyasetinin belirginleştirilmesinde sözü dinlenen bir devlet çıkartılmıştı.
İşte “Anka Kuşu’nun külleri arasından” modern bir devlet ortaya çıkarma becerisi gösteren Mustafa Kemal Atatürk ile Mustafa Kemal Atatürk’ü beğenmeyip onun ölümünden yaklaşık 8 yıl sonradan itibaren adım adım Türkiye’yi Batılıların etkisi altına sokan liderlerin farkı buydu. Öte yandan Mustafa Kemal Atatürk’ün adı anıldığında, onu beğenmeyip dudak bükmeyi ardıllarına şırınga edenleri de bu arada burada anmakta fayda mülahaza ediyorum. Benzer bir biçimde, Mustafa Kemal Atatürk’ün düşmanı olmalarına rağmen, Kemalizm ve Atatürkçülük ideolojileri arkasına saklananlardan bazılarını da hatırlamakta yarar var.
Uydurma tarihi bir kenara bırakırsak; birilerinin o beğenmediği Mustafa Kemal, dünyanın hâkim güçlerinin kontrolü tamamen ele geçirmiş oldukları zor koşullardan zerre miktar etkilenmeyerek, Padişah Vahdettin hazretlerinin “bağımsız bir çıkış yapılabileceği yönünde ‘hayali’ sanılan bir projesine” hiç tereddüt etmeden itibar edip, canı pahasına Anadolu yollarına çıkan bir kahramandı. Bu kahramanı önemsizleştirmeye çalışanların, önce bu karizmatik liderin ülkemize ve milletimize sağlamış olduğu kazanımların üstüne yeni orijinal ve özgün kazanımları çağrıştıran bir şeyler koymaları gerekmez miydi?
Açıkçası bir kişinin dünya görüşünü, ideolojik yaklaşımlarını, dine bakışını, yönetim anlayışını ve yaşam biçimini beğenmeyebilirsiniz; bu çok normal bir durumdur. Fakat o kişinin ne büyük bir devlet adamı, yönetici ve lider olduğu gerçeğini, dayanaksız iddialarınızın arkasına saklanarak yok sayamazsınız. Mesela; 1870’li yıllarda Almanya’yı sıradanlıktan bir dev dünya gücüne dönüştüren Bismark ile Sovyetler sonrasında perişan bir hale düşürülmüş bulunan Rusya Federasyonu’nu yeniden küresel bir güç olma yolunda ilerletmeye başlayan Putin gibi karizmatik ama Müslüman olmayan liderleri, sırf bizim gibi düşünmüyor ve bizim gibi yaşamıyorlar diye başarısız, çapsız ve yeteneksiz liderler olarak vasıflandırabilir miyiz? Tabii ki hayır.
Öyle ise, artık herkes gerçeklerle yüzleşmeye başlamalı ve oynanan oyunlara karşı gardını alarak bu ülkeyi aydınlıklı yarınlara taşıma noktasına karınca kararınca bir şeyler yapmak için, iradesini bağımsız, tarafsız ve özgür bir biçimde kullanmaya başlamalıdır. Açıkçası böylesine bir kimlik, kişilik ve bakışa sahip olabilirsek eğer, o zaman göreceğiz ki; Padişah Vahdettin’de de, Mustafa Kemal’de de, İnönü’de de, Menderes’te de, Ecevit’te de, Demirel’de de, Özal’da da, Türkeş’te de, Erbakan’da da, Yazıcıoğlu’nda da, Tayyip Erdoğan’da da, Kılıçdaroğlu’nda da, Bahçeli’de de, Kamalak’ta da, Perinçek’te de, hatta Demirtaş’ta bile bizi biz yapan değer, ilke ve anlayışlardan kırıntılar bulabiliriz.
O halde, niçin bizi biz yapan inançlarımızdan, değerlerimizden, devlet geleneklerimizden, ilkelerimizden ve ananelerimizden faydalanarak düşmanlarımıza, rakiplerimize ve müttefiklerimize karşı daha güçlü bir şekilde kendimizi gösteremeyip kaybedecekler ve hatta kaybetmeye mahkûm olacaklar grubuna dâhil edilmemize fırsat veriyoruz? Yazık ve günah değil mi? Bunun dünya ve ahrete müteallik ne büyük mesuliyetlerinin olabileceğini düşünemiyor muyuz?
Şimdi mesela şu ‘Suriyeli Mülteci ve Sığınmacılar’ konusu üzerinden Avrupa Birliği ile yaşamakta olduğumuz krize, pazarlıklara ve oyunlara yukarıda arz etmiş olduğum durumlar çerçevesinde bir bakalım lütfen!.. Bakalım ve isterseniz ne derece acınacak bir durumda olup olmadığımıza birlikte karar verelim!..
Bilindiği üzere Suriye’de, Mart 2011’den beri devam eden iç karışıklıklar nedeniyle, milyonlarca Suriyeli sığınmacı Türkiye’yi mesken tuttu ve zamanla bunlardan 100 bin civarına yakını, Türkiye üzerinden Avrupa Birliği (AB) sınırları içerisine geçme girişiminde bulundu ve girdi. Eğer müsaade edilse ve bir miktar da teşvik edilse, belki de milyonlarca Suriyeli, Türkiye üzerinden AB’ye geçme hamlesi yapmaya başlayabilecek. Hatta eğer Suriye’nin Sünni Arap ve Türkmen vatandaşlarının ülkeden çıkartılması ve de iddia edildiği gibi bu projenin Irak, Lübnan, Ürdün gibi ülkeleri de kapsayacak şekilde yaygınlaştırılması söz konusu edilecek olursa; o vakit, herhangi bir teşvik unsuru olmadan bile, milyonlarca Ortadoğulu sığınmacının Türkiye üzerinden AB sınırlarına dayanması söz konusu olacaktır.
İşte böylesine tehlikeli ve altından kalkılması mümkün olmayan bir kitlesel sığınma girişimleri ihtimali ve belki de öngörüsü söz konusu iken; AB yetkilileri, 16 Aralık 2013 tarihinde, “AB’ye vizesiz seyahat” hilesine başvurarak Türkiye’yi, mülteci ve sığınmacılarla ilgili olarak, “Geri Kabul Anlaşması”na ikna etmişlerdir. En azından ben, bunun bir hileli oyun olduğuna ve Türkiye’nin yanıltılmış olduğuna inanıyorum.
Türkiye, 68 yıllık Avrupa Birliği’ne üyelik mücadelemiz döneminde kendisine verilen trilyon Euro değerindeki maddi ve manevi kayıplardan yeterince ders almamış gibi, söz konusu anlaşmayı, Türkiye’nin 25 Haziran 2014 günü TBMM’nde onaylamıştır. Bu anlaşmada gerekli revizyonlar yapılmadığı sürece veya bu anlaşma tek taraflı olarak geçersiz sayılmadığı takdirde, Türkiye üzerinden AB’ye girmiş ve girecek olan mülteci, sığınmacı, göçmen ne varsa hepsi 3 yıllık bir süre sonra Türkiye tarafından geri kabul edilmek zorundadır. Ortadoğu coğrafyasındaki karışıklıkların yaygınlaştırılarak vardırılmak istendiği yıkım tablosu göz önüne alınacak olursa, Türkiye’nin ne tehlikeli bir pozisyona sürüklenmeye çalışıldığı rahatlıkla anlaşılabilir. Hakikaten bu gidişattan anlaşılan, küçültülerek varlığını sürdürmesine müsaade edilecek olan Türkiye, geleceğin mülteciler ülkesine dönüştürülmek isteniyor.
Peki, Türkiye’yi böylesine geri dönülmesi zor bir sürece sürükleme cüretini gösteren AB, bu yıkım projesinin karşılığında ne vermeyi taahhüt ediyor? Cevabını ise, Avrupa Birliği (AB) devlet ve hükümet başkanları tarafından Ağustos 2014’te AB Konseyi Başkanlığı’na getirilen Polonya Başbakanı Donald Tusk veriyor. Evet, AB Konseyi Başkanı Tusk, Türkiye’yi tehdit ediyor ve sığınmacı akınını durdurmaması halinde Türkiye’ye vize kolaylığı sağlamayacakları, AB’ye üyelik müzakerelerinde kolaylık sağlamayacaklarını söylüyor. Bu adamın böylesine skandal sözleri karşısında, AB’nin geçmişten bu yana Türkiye’yi aldatmaları nedeniyle zaten bahsedilen her üç konuda da Türkiye’ye borçlu olduğunu, anlaşmalardan doğan haklarımızın ihlal edilmiş olmasına dayanarak, gerekirse 80 milyonluk halkımızı AB kapılarına dayatarak Avrupa düzenini kökünden sarsabileceğimiz yönünde okkalı bir cevap verememiş olmamız ciddi anlamda üzücüdür.
Sonuç olarak; şayet Türkiye, elindeki Suriyeli sığınmacılar kozunu çok iyi bir şekilde kullanabilmiş olsa, zerre miktar şüpheniz olmasın ki Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin mevcut hükümetlerinin tümünün sandalyelerini devirir ve muhalefetteki partilerin iktidara gelmelerini sağlayabilir. Hakikaten elimizde böylesine müthiş bir koz varken, hâlâ daha ne diye Batılıların PKK-PYD terör örgütünü kullanarak Türkiye’nin tüm kazanımlarını elinden alma hamleleri karşısında sessiz kalmayı tercih ediyoruz? Buraya yazıyorum: Suriyeli sığınmacılar kozunu kullanarak Suriye, Irak ve hatta tüm Ortadoğu coğrafyasında ipleri elimize alma ve de PKK-PYD-PJAK gibi terör örgütlerinin tüm desteğini keserek terörden arındırılmış bir ülke inşa etme fırsatını değerlendirmekten kaçınan kim olursa olsun Türkiye ve Ortadoğu tarihini yazanlar tarafından tarih huzurunda acımasız bir biçimde yargılanacaklardır.
Hülâsa Türkiye’yi, elindeki bu muhteşem kozu kullanamayacak derecede hareketsiz duruma getiren hangi muhalif kanat olursa olsun, bunların her birinin de deşifre edileceği ve asıl ihanetin bunlardan kaynaklanmış olduğu gerçeğinin de açıkça aynı tarih kitaplarında yazılmış olacağı gözden kaçırılmamalıdırlar. Hakikaten böylesine zor ve kritik bir konjonktürde (toplu durumda) Türkiye’yi yönetmek hiç de kolay değildir. Açıkçası bu zor ortamın yanında beni üzen başka bir konu şudur: Türkiye’nin zor kuruluş koşullarında olduğu gibi, yeniden bitirilmeye çalışıldığı bugünkü sıkıntılı ortamda bize çok önemli bir karizmatik lider nasip edilmiş ama ne yazık ki değerlendirmeyi bilemiyoruz. Unutulmasın ki Mustafa Kemal Atatürk’ün sahaya çıktığı dönemde arkasında Osmanlı Padişahı gibi tüm halkın sahiplendiği bir önemli güç varken, Recep Tayyip Erdoğan’ın ortaya çıktığı zor koşullarda ise arkasında bir Osmanlı Padişahı yoktu. O nedenle, iç muhalefetin bu karizmatik liderliğin ardında saf tutarak ülkenin yeni bir şahlanış dönemine adım atmasına destek olmalarını sağlayabilmek için tüm baskı gruplarına büyük sorumluluklar düşmektedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.