Kısas cezasının hikmeti ve idam üzerine notlar
Cemiyet halinde yaşayan insanoğlunun, dünya hayatıyla ilgili olan ihtiyaçlarını sayıyla ifade etmek kolay değildir. Ancak kavmi, rengi, dili ve dini ne olursa olsun her insan; hayatının korunmasını, adaletle muamele edilmesini ve inandığı gibi yaşama imkanının sağlanmasını arzu eder. Allâh’ın (cc) indirdiği hükümler ile insanoğlunun dünyevi ve uhrevi maslahatı arasında zaruri bir münasebet vardır. İlâhi tekliflerde yer alan maslahatın “ya faydalı olanı elde etmek (celb-i menfaat) veya zararlı olanı ortadan kaldırmak” (def-i mazarrat) şeklinde tezahür ettiğini söylemek mümkündür. Fıkhi bir terim olan maslahatı ifade için Kur’ân-ı Kerim’de, müradifi olan “hasenât” (güzellikler-iyilikler) kavramı kullanılmıştır.(1) Hanbeli fukahasından İbn Kayyım El Cevziyye “İlâhi tekliflerin tamamı bir hikmete mebnidir. İnsanların dünya ve âhiret maslahatlarının temin için ilâhi bir vesiledir. İslâm’ın tamamı adalettir, hikmettir, rahmettir ve maslahattır. Adaletten zulme, maslahattan mefsedete ve hikmetten abese çıkan hiç bir hükmün, İslâmi vasfına haiz olması mümkün değildir.”(2) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Necmeddin et-Tûfî, maslahatı örfî anlamda “iyiliğe ve faydaya götüren sebep” olarak değerlendirmiş ve şöyle tarif etmiştir: “ibâdet olsun, muâmele olsun şâri’nin maksadına ulaştıran her şey maslahattır”(3)
İslâm âlimleri insanların canlarının, mallarınının, akıllarınının, dinlerinin ve nesillerinin korunmasının zarûri maslahat olduğunda ittifak etmişlerdir. İnsanlar için zarûriyyat mertebesinde olan bu beş maslahat, aynı zamanda siyasi ve ictimaî mücadelenin kaynağıdır. Bu maslahatları elde etmek ve korumak için mücadele etmek, mükellef olan her müslümanın vazifesidir. Son yıllarda sürekli tartışılan ‘İdam cezası’ ile “insanların can emniyetleri nasıl korunabilir?” sualine verilecek cevabı birbirinden ayırmak kolay değildir. Tartışmaya taraf olan aydınların ve politikacıların, kamu adına uygulanan idam cezasının keyfiyeti üzerinde fazla düşünmediklerini söylemek mümkündür. Bu arada kamu adına uygulanan idam cezası ile İslâm Fıkhı’nda yer alan “kısas “ uygulamasını, birbirinin müradifi zanneden müslümanlar, gereksiz tartışmalarla birbirlerinin gönüllerini kırmaktadırlar.
İslâm âlimleri kısası; şahsî şikâyete bağlı olan bir ceza gibi değerlendirmişler, kamu düzeninin sağlanmasını “belirleyici unsur” olarak kabul etmemişlerdir. Dolayısıyla kamu adına uygulanan idam cezası ile İslâm fıkhındaki kısas cezası, birbirinin müradifi değildir. Tarafların anlaşmaları, barışmaları veya diyet karşılığı helallaşmaları sağlandığı zaman, kısas cezası uygulanması sözkonusu degildir. Elbette kısas cezası; insanların can emniyetlerinin muhafazası açısından, daima gündemde olan bir cezadır. Peygamberimiz Efendimiz (sav), masûm bir insanı öldürmenin vehametini, şu veciz ifadeyle tebliğ etmiştir: “Allah’ın (cc) indinde dünyanın yok edilmesi, masûm bir insanı öldürmekten daha ehvendir” (4) İslâmi literatürde; insanın hayatına son vermeyi veya bazı uzuvlarını çalışamaz hale getirmemeyi ifade için “cinayet” terimi kullanılmıştır. Meşrû bir sebeb olmadığı halde, bir müslümanı öldüren kimsenin, ahiretteki cezası, nassla haber verilmiştir:” Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona (katile) gazab etmiştir, lânet etmiştir ve çok büyük bir azap hazırlamıştır”(En Nisâ Sûresi:93) Böyle bir fiilin dünyadaki cezası da “kısas” olarak belirlenmiştir. Fıkıh terimi olarak kısas, ferdin hakkı olarak yerine getirilmesi gereken cezayı ifade eder. Kesmek anlamına gelen “kass” kökünden alınmıştır. Kısas; yapılan fiilin mislinin tatbik edilmesidir.(5) Kasden adam öldürmede kısas, birinci öldürmenin misli olarak katilin öldürülmesidir. Ancak mağdur olan kimsenin veya maktûlün velisinin “katile kısas cezasının uygulanmasını“ isteme hakkı olduğu gibi, affetme veya diyete razı olma hakkı da vardır.(6) Kısas cezasıyla birlikte değerlendirilmesi gereken diyet, mağduriyete uğrayan aile fertlerine tanınan bir haktır. Yani öldürülen kimsenin varislerinin mağduriyetini (kısmen de olsa) gidermek için verilen mala veya nakit paraya “diyet” denilir. Resûl-i Ekrem (sav) ve Hûlafa-i Raşidiyn döneminde belirlenen diyet miktarları şu mal veya nakit paralardan birisidir: “Bin dinar altın, On bin dirhem gümüş, yüz deve , İki yüz sığır ve iki bin koyun”(7)
Yaralama, uzvu koparma veya sakatlama gibi müessir fiillerde mağdura verilmesi gereken bedele ise erş adı verilmiştir. Erş miktarları, genel hatlarıyla sünnetle belirlenmiştir. Meselâ; el kesme suçunun erşi, tam diyetin yarısıdır, diş kırmada erş, tam diyetin onda biridir. Prensip olarak; vücutta tek bulunan organlar için tam diyet, çift organların her biri için yarım diyet, dört tane olanların her biri için dörtte bir diyet gerekir. Nassla tayin ve takdir edilmeyen yaralamalarda, tazminatın miktarının Kadı (Mahkeme reisi) tarafından belirlenmesi şarttır.(8) Yaralama veya sakat bırakmalarda kısas isteme hakkı mağdura, ölüm halinde ise bu hak, önce öldürülenin vârislerine aittir. Dolayısıyle ölenin mal varlığına mirasçı olan kimseler, kısas ve diyetle ilgili haklara da sahip olurlar.(9) Mağduriyete uğrayan ailenin diyete razı olması halinde, kısas cezası tatbik edilmesi mümkün değildir.
Kasden adam öldüren kimsenin, kısas cezasıyla tecziye edilmesinin bir değil, birden fazla hikmeti vardır. Hanefi fukahasından Molla Hüsrev: “Allah’ın (cc) kitabında yer alan “Kısasta sizin için umumi bir hayat vardır. Ta ki adam öldürmekten sakınasınız” (El Bakara Sûresi:179) hükmü; kasden adam öldürmede kısas cezasının tatbikine delâlet eder. Zira tefsir ve meani kitaplarında zikredildiği gibi ayetin manası; “Bir kimse (diğer bir insanı) öldürdüğü takdirde, kendisinin de kısas yoluyla öldürüleceğini tefekkür ederse, ister istemez öldürmekten vazgecer. Şayed öldürmezse, kendisi de öldürülmez. Bu durumda her ikisi de hayatta kalırlar.” (10) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de masûm insanların canlarına ve mallarına kasdeden kimselerin işlediği cürüm, “Allah’a ve Resûlüne savaş açmak” şeklinde ifade edilmiş ve bu keyfiyete uygun bir ceza konulmuştur: “Allah’a ve Resûlüne savaş açanların, yeryüzünde (yol kesmek suretiyle) fesadçılığa koşanların cezası, ya öldürülmeleri, ya asılmaları, yahud (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çaprazvari kesilmesi, yahud da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Ahirette ise, onlara çok büyük bir azab vardır”(El Maide Sûresi:33) Bu âyetin sebebi nûzul sebebiyle ilgili değişik rivayetler vardır. Birincisi: Bu ayet-i kerime Ebû Berzeti’l Eslemi’nin kavmi hakkında nazil olmuştur. Bunlar Hz. Peygamber (sav) ile anlaşma yapmışlardı. Kinane Kabile’sinden bir gurup insan, Medine’ye gelirken yollarını kestiler, öldürdüler ve mallarını aldılar. Bu hadise üzerine, eşkiyalarla ilgili ayet nazil olmuştur. İkincisi: Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’de yer alan rivayettir. Bu rivayete göre Ayet-i Kerime “Ureniyye kabilesinden irtidat eden ve yol kesenlere verilecek cezayı“ beyan etmiştir.(11) Herhangi bir ayet-i kerime’nin nüzûl sebebinin hususi olması, hükmünün umumi olmasına mani değildir. Nassla sabit olan cezalar, müslüman olduğu halde nefs-i emmaresine uyan eşkiyalara da uygulanır.
Resûl-i Ekrem (sav) eşkiyalara uygulanacak cezayı beyan ederken; onların inançları (müslüman veya gayr-i müslim olmaları) üzerinde durmamış ve şöyle buyurmuştur: “Yol kesen kimse mal alırsa eli kesilir, öldürürse, öldürülür, hem mal alır, hem öldürürse idam edilir” Yeryüzünde fesad çıkaran eşkiya, masûm bir insanı öldürürse, kendisi de “hadden” öldürülür. Bu cezanın, kısas ile bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla ölen kimsenin varislerinin affetmeleri veya diyete razı olmaları, cezanın uygulanmasına engel değildir. Hiç kimseyi öldürmemiş, fakat nisab miktarından fazla malı gasbetmişlerse, sağ elleri ile sol ayakları kesilir.(12) Yakalanmadan önce tevbe eden eşkiyalara, bu cezaların uygulanmayacağı da nassla sabittir: “Siz kendileri üzerine kadir olmadan (kendilerini yakalamadan) evvel tevbe edenler, müstesnadır...”(El Maide Sûresi:34) Tevbe eden eşkiyanın (teröristin) insanlardan gasp etmiş olduğu malları iade etmesi şarttır.
Meşrû bir sebep yokken bir insanı öldürmek, bütün insanların can emniyetini hafife almaktır. Böyle bir fiilin; en ağır şekilde cezalandırılması, “insanların can emniyetlerini sağlama’ açısından zaruridir. İslâm fıkhına göre kurulan bir devlette, “Kısas” ve “idam cezası“ sadece müslümanlarla ilgili bir hüküm değildir. Bir müslüman; kasden ve teammüden bir gayr-i müslimi (zimmi) öldürürse, kendisine kısas tatbik edilir.(13) Peygamberimiz Efendimiz’in (s.a.v.) “zimmet” ehlinden bir gayr-i müslimi öldüren kimseye kısas cezasını tatbik ettiği ve şöyle buyurduğu malûmdur: “Elbette ben, benim zimmetim altında bulunanların hakkını almaya en layığım”(14) Emirü’l Mü’minin Hz. Ali (r.a.): “Zimmet ehli olan kimselerin (gayr-i müslimlerin) cizye vermelerinin hikmeti; malları bizim mallarımız gibi, kanları bizim kanlarımız gibi olması içindir” diyerek, hukuki duruma dikkati çekmiştir. Peygamberimiz Efendimiz’den (s.a.v.) rivayet edilen “Kafire karşılık mü’min öldürülmez” hadisi, zimmet akdi imzalamayan ve İslâm’a karşı savaşan kimselerle ilgilidir. Çünkü harbinin (İslâm’a karşı savaşan kafirin) kanı, malı ve canı masûn (dokunulmaz) değildir. Rasûl-i Ekrem’den (s.a.v.) mürsel olarak rivayet edilen “Hadd cezaları, Darû’l Harp’te tatbik edilmez” hadisinin ravîsi, Hz. Mekhûl’dür. (15) Bu bir anlamda; hadd cezalarının tatbik edilmediği toplumlarda, insanların zaruri maslahat hükmünde olan emniyetlerinin bulunmadığının ifadesidir. Allah’ın (c.c.) mülkünde; küfür ahkâmı ile hükmetmek, insanların temel haklarını ve hürriyetlerini ortadan kaldırmak, fesadın yayılmasına vesile olan bir cürümdür. İslam ahkamının tatbik edilmediği bir beldede, mü’minlerin emniyet içerisinde olduklarını söylemek mümkün değildir. Başta ukûbat olmak üzere; kısas, muamelât ve ferâiz gibi insanların zaruri maslahatları ile ilgili ilâhi hükümlerin, muhkem nasslarla sabit olduğunu inkar eden bir kimse, müslüman vasfını muhafaza edebilir mi? (M)
(1) Geniş bilgi için/İzzeddin İbn-i Abdusselâm-Kavaidi’l Ahkam-Beyrut:1990 Sh:6 vd.
(2) İbn-i Kayyim El Cezviyye-İ’lâmû’l Muvakkı’in-Beyrut: 1310 C:3 Sh:11
(3) Necmeddin El Tufi-Er Risâle- Beyrut:1954 Sh:18
(4) Şeyh Muhammed b. Süleyman-Mecmuaütû’l Enhur (Şerhû Damad) İst: 1316 Baskısından Ofset-Beyrut: ty D.İhya Yay. C:2 Sh: 615.
(5) İmam-ı Serahsi-El Mebsut-Beyrut:1324 C:26 Sh:60
(6) İmam-ı Kasani-Ely Bedaiû’s Senai-Beyrut: 1974 C:7 Sh:241, Ayrıca Prof. Dr. Abdulkadir Udeh-Et Teşriû’l Cinai’l İslâmi-Kahire:1959 C:1 Sh:79 vd.
(7) İbn-i Hazm-El Muhalla-Kahire: 1350-1352 C:10 Sh:759
(8) İbn—i Kudame-El Muğni-Beyrut:ty C:8 Sh:57 vd.
(9) Şeyh Nizamüddin ve Heyet-El Feteva-ı Hindiyye-Beyrut:1400 C:6 Sh:7 Ayrıca İmam-ı Kasani-A.g.e. C:7 Sh:242
(10) Molla Hüsrevc-Dürerû’l Hükkam-İst:1307 C:2 Sh:89.
(11) İbn-i Kesir-Tefsirû’l Kur’ani’l Aziym-Beyrut:1969 C:2 Sh:49
(12) İbn-i Hümam-Fethû’l Kadir-Beyrut:1316 C:4 Sh:268
(13) Molla Hüsrev-A.g.e. C:2 Sh:91
(14) Sahih-i Buhari-İst:1401 C:8 Sh:42 K.Diyet:22.
(15) İmam-ı Serahsi- A.g.e.C: 9 Sh:100
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.