Ahmed Gürkan

Ahmed Gürkan

Hazret-i Âkif ve Ba'sü Ba'del-Mevt

Hazret-i Âkif ve Ba'sü Ba'del-Mevt

Türk deyince aklıma Mehmed Âkif Ersoy geliyor. Mehmed Âkif dedemiz bizim medeniyetimizin kadîm hususiyetlerini üzerinde cem eden bir şahsiyet âbidesi olarak 21. asrın Müslümanı için mühim bir numune-i timsal…

Baba tarafı Rûmeli’nden, bugünki Arnavutluk sınırlarında bulunan evlâd-ı fâtihan yâdigarı İpek kasabasından... Anası ise Buhara doğumlu, Türkistanlı… Âkif dedemizin validesi pederiyle beraber Buhara’dan hac farizasını yerine getirmek niyetiyle Hicaz’a giderken, Amasya’da validesinin babası vefat ediyor ve bunun üzerine anası Anadolu’da kalıyor, Türkistan’a geri dönemiyor.

Medeniyetimizin batı ve doğu memba’ olan Rûmeli ve Türkistan’ın bu iki evladı medeniyetimizin payitahtı olan İstanbul’da izdivaç ediyor ve Mehmed Âkif dedemiz böyle temiz bir soydan dünyaya geliyor.

Doğduğu muhit Fatih.. Babası İpekli Tahir Efendi Fatih Medresesi müderrislerinden… Âkif dedemizin çocukluğu Fatih Camii ve çevresinde geçmiş. Yani İstanbul’un irfan kaynağı olan o muhitten ziyadesiyle beslenmiş.

Babası İpekli Tahir Efendi zahirdeki müderrisliğinin yanında bâtında da derin. Nakşibendi yolunun Mürşidlerinden Hacı Feyzullah Efendiye intisablı “hâl ehli” bir zât. Mehmed Âkif dedemiz ilk tedrisatını tasavvuf ehli pederinden almaya başlamış. Pederleri Âkif dedemizi çok küçük yaştan itibaren hususî bir eğitime tâbi tutuyor, belki de bir vazife için yetiştiriyor.

Mehmed Âkif dedemizin yetişmesinde baba unsuru çok mühim. Tahir Efendinin lakabı “Temiz”; İstanbul’da Temiz Tahir Efendi diye biliniyor. Tahir mânâ itibariyle temiz demek, lâkin o temizlik, Kur’ânî ifadeyle “tezkiye” Tahir Efendinin ruhuna, nefsine öyle sinmiş ki Tahir’in yanına bir de temiz eklemişler. Temiz Tahir Efendi İslâm âleminin en büyük medreselerinden olan Fatih medresesindeki müderrisliğinin yanında Padişaha Ramazan ayında tefsir sohbetleri de vermekte.. Babasının tefsir ilmindeki hâkimiyetini Mehmed Âkif dedemizde de görmekteyiz.

Tahsiline en güzeliyle devam eden Âkif dedemiz bedenî olarak da kendini ilerletmiş. Mehmed Âkif dedemiz Osmanlı’nın, haçlı ittifakının hedefinde olduğunu biliyor ve kendini “küçük cihad” için de hazırlıyor. İstanbul Boğazını yüzerek geçecek kadar usta bir yüzücü, devrin namlı pehlivanları ile güreş tutacak kadar güçlü bir pehlivan, taş-gülle atmada maharet sahibi, ata binmede ise büyük kabiliyeti olan bir binici.. Bugünün çoğu gencinin spordan anladığı futbol maçı seyretmekten öteye gitmezken Âkif dedemizin birçok alanda ileri bir sporcu olması ve bütün bunları tahsiliyle beraber gerçekleştirmesi çok mühim ve takdire şayan.

Fennî ilimlerin verildiği Osmanlı’nın yeni açtığı kurumlardan Baytar Mektebinde okurken bir yandan da Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetme çalışmaları yapıyor ve Kur’ân hâfızı oluyor.

Babasından öğrendiği Arapçanın yanında, hocalarından kendi hususî gayretleriyle Farsça ve Fransızca öğreniyor. Bu lisanlardaki hâkimiyeti bu üç lisanda şiir yazabilecek ve yazılan şiirleri Türkçeye çevirebilecek seviyede mutlak bir hâkimiyet. Bugün anadilimiz Türkçeyi bile doğru bir şekilde konuşamayan nursuz aydın kitlesinin yanında dört lisana bu derecede hâkim olması Mehmed Âkif dedemizin seviyesinin büyüklüğünü gösteriyor.  

Meşrutiyet yıllarında Sırat-ı Müstakîm, İstiklâl Harbi senelerinde ise Sebil-ür Reşad mecmualarını çıkarıyor. Bu mecmualarda cemiyet hayatı ile alâkalı âyetleri açıklayan tefsir yazıları ile vaazları ve manzum eserleri neşrediliyor. Sebil-ür Reşad, İstiklâl harbinin sözcülüğünü yapan bir mecmua olarak döneme damgasını vuruyor.

İslâmî ilimlere sahip, Kur’ân hafızı, Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcayı şiir yazabilecek derecede iyi bilen, birçok spor alanında maharet sahibi, Fennî ilimleri de tahsil etmiş bir zât olan Mehmed Âkif Ersoy kanaatimce hazret sıfatını fazlası ile hak etmektedir. Hazret-i Âkif dedemizle alâkalı yazılarımıza devam edeceğiz.
    
BA’SÜ BA’DEL-MEVT
    
Ba’s dirilmek, ba’de sonra, mevt ölüm demektir. Ba’sü ba’del-mevt Âmentü’de ve Kur’ân-ı Kerim’de geçen bir ifade olup “öldükten sonra dirilme” mânâsına gelir. Türk milleti bugün bir ölüm uykusundadır.  Türk milletinin bu hâli İslâm âlemine de sirayet etmekte ve ümmetin başsız kalmasına sebep olmaktadır.

Şunu ifade etmeliyim ki hem Türkiye’nin hem İslâm âleminin hâli geçmişe göre daha iyidir ama olması gereken yerin çok gerisindedir. Türk milletinde ve akabinde İslâm ümmetinde topyekûn bir ba’sü ba’del-mevt, yani bir ihya, bir intibah olmadığı sürece bu ölüm uykusu devam edecektir.

Evvela Türk milletinin evlatlarının “titreyip kendine dönmeleri” gerekmektedir. Milletin evlatları günlük kısır politika batağında düşman kamplara ayrılmış bir vaziyettedir. Türkiye’de siyaset hizmet aracı olmaktan çok milletin bölünmesine, ayrışmasına sebep olmaktadır.

Türk milletinin evlatları partizanlığı bırakmalıdır. Bugün üzülerek ifade ediyorum ki, bizler için siyasiler, siyasi partilerimiz, siyasi tercihlerimiz dokunulmaz bir put hâline gelmiştir. Bizim bu siyaset putlarından kurtulmamız elzemdir. Siyasî tercihlerimiz elbette olacaktır ama bunda ölçülü olmamız gerekmektedir.

Türk milletinin takip ettiği tarihî siyaset “i’lâ-yi kelimatullah ve nizâm-ı âlem”dir. Devlet adamlarına, siyasîlere verdiğimiz kıymetteki ölçüt de bu olmalıdır. Siyasîler ancak bu tarihî dâvâmıza hizmet ettiği ölçüde bizim için kıymetlidir.

Siyasiler de bir insandır, Nebi olmadıkları için gayet tabiî hata yapabilirler, beşer şaşar. Bu sebepten hiçbir siyasiye olan sevgi ve buğzumuzda ifrat-tefrit sınırlarını aşmamamız gerekir. Müslümanın en mühim vasıflarından biri de “hubbi fillah, buğzi fillah”dır, yani Müslümanın muhabbeti de, buğzu da sadece Allah için olur.

Müslüman-Türk-Anadolu çocukları asgarî değil azamî müştereklerde bir araya gelmek mecburiyetindedir. Lâkin milletimizde hiçbir hususta müşterek bir kanaat hâsıl olmamaktadır. Türkiye bugün bölünmüş bir toplum yapısına sahiptir. Vahdet dini olan İslâm’ın mensuplarının böylesine bir tefrika içerisinde olmaları çok ibretliktir.

Türkiye ve İslâm âlemi bugün yetişmiş, millî-manevî şuur sahibi kadrolara muhtaçtır. Medeniyetimizin yetiştirmiş olduğu büyük hukukçulardan Ahmed Cevdet Paşa “kaht-ı ricâl” kavramından bahseder ki “adam kıtlığı” mânâsına gelir. Türk-İslâm Medeniyetini ihya ve inkişafı için Türk’ün İslâm Ülküsüne hizmet edecek yetişmiş kadrolara ihtiyaç vardır. Bu kadroların yetiştirilmesi elbette kolay değildir. Mehmed Âkif dedemizin nasıl yetiştiğinden biraz yukarıda bahsettik. Bugün bu tedrisatı verecek hocaları bulmak bile çok zordur.

Ba’sü ba’del-mevtin şartlarından bir tanesi de muamelattır. Millet olarak ekseriyetimizin muamelatı berbat bir haldedir. Nezaket, zarafet, hürmet, incelik, erdem gibi kelimeleri çoğumuz lügatimizden kaldırdık. Âdâb-ı muaşereti unuttuk. Ve bugün cemiyetimiz bir cinnet hali yaşamaktadır. Bu gidişat tehlikelidir.     

Meseleler ne kadar büyük olursa olsun mutlaka çözümü vardır. Yeter ki sarsılmaz bir birlik halinde, milletçe cehd edelim, niyetlerimizi düzeltelim, hayrı talep edelim, hayra yönelelim. Ra’d Sûresi 11. Âyete kulak verelim: “Allâh (celle celaluhu) bir kavmi -tağyir etmez- değiştirmez o kavim nefsini değiştirmedikçe.”

Bütün bu dediklerimiz bir durum muhakemesinden ibarettir. Şüphesiz milletlerin alçalması ve yükselmesi de Allah’ın izni ile meydana gelmektedir. Allah’ın Rahman ve Rahîm ismi şerifi vardır. Rahman ismi şerifi bu dünyada mü’min kâfir ayırt etmeksizin bütün kullarına nimetler, rızıklar veren anlamındadır. Rahim ismi ise dâr-ı bekâda mü’min-müslüman kullarına mertebeler, nimetler veren mânâsındadır. Yani bu dünyada kâfir olsa bile çalışana, gayret edene, azmedene Cenab-ı Hakk, “Rahman” ismi şerifinin tezahürü olarak nimetler vermektedir. Bugün Batının kefere-i fecere olmasına rağmen teknikte ileri olmasını burada aramalıyız.

Burada mühim olan husus Allah’ın nusratını (yardımını) celbedecek manevî liyakata sahip olmamız ve bunun yanında zahirî ilim ve teknikte, içtimaî-siyasî hayatta üst seviyeye gelebilmek için gayret etmemizdir.  

Hiç kimsenin zerre kadar şüphesi olmasın ki Türk milletinin ba’sü ba’del-mevti yakındır. Ak Şemseddin - Fatih muhteşem ikilisinin İstanbul’u fethi, Şanlı Peygamberimizin (aleyhisselam) Mekke’yi fethinin Hicrî 857’deki bir izdüşümüdür. Şuan Hicrî 1436 senesinin içerisindeyiz ki Hicrî 15. asıra tekabül etmektedir.  Türk milletinin ba’sü ba’del-mevti Allah’ın izniyle ve bizlerin gayretiyle bu asırda vuku bulacaktır ve yeni bir fethiyet çağının başlamasına vesile olacaktır. Bu fethiyet de tıpkı İstanbul’un fethi gibi Mekke’nin fethinin Hicrî 15. asırdaki izdüşümü olacaktır.

Bu azim hedefe ulaşmada Hazret-i Âkif dedemizin şu mısraları bize rehberlik edecektir:

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol…

Yani Allah’a, Allah dostlarına dayan; sa’ye gayrete, çalışmaya sarıl; hikmete râm ol yani Kur’ân-ı Hakîm’e ve o kaynaktan beslenen eserlere râm ol, o eserlerle bütünleş. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. Cenab-ı Allah bu mefkûreye gönül verenleri mansur ve muzaffer eylesin. Vel ba’sü ba’del-mevti hakkun. Âmin.

Çanakkale Harbi’nde şehid düşen Niğde-Ulukışla yöresinden büyük dedem Mustafa oğlu Mustafa da dahil olmak üzere bütün şehidlerimiz için el-fâtiha..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Ahmed Gürkan Arşivi