Hüsnü Aktaş

Hüsnü Aktaş

Uluslararası Sistemin Kırılma Noktaları

Uluslararası Sistemin Kırılma Noktaları

Uluslar arası sistemi, mücerred bir siyasi teori olarak değerlendirmek doğru değildir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve galiplerin iradesine dayanan bu sistemi, BM Teşkilatı temsil etmektedir. Ancak Birleşmiş Milletler Teşkilatı; başta ABD olmak üzere, sanayi devrimini tamamlamış ülkelerin menfaatlerine göre faaliyet gösteren bir anonim şirket gibi çalışmaktadır. Bu anonim şirketin büyük hissedarları, alınan kararları veto hakkı bulunan beş devlettir. (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin)  Soğuk savaşın sona erdiği yıldan (1989) itibaren ABD, petrole ve enerji kaynaklarına el koymaya karar vermiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin imtiyazlı üyelerinden bazılarının (Rusya, Çin ve Fransa) önce ‘Çöl Fırtınası’ harekâtıyla Basra körfezine, sonra ‘sonsuz Özgürlük’ operasyonuyla Afganistan’a yerleşmesinden rahatsız olduklarını söylemek mümkündür. BM Teşkilatı’nın içinde bulunduğu hali izah eden Tarihçi Paul Keyder’in, şu tespitlerini dikkate almak gerekir: ‘BM Teşkilatı, ABD’nin iznini ve desteğini almadan, kendi başına bir şey yapamaz hale gelmiştir. Başta Rusya ve Çin olmak üzere, Avrupa Birliği ülkelerinden bazıları BM Teşkilatı üzerindeki ABD hegemonyasından rahatsız olduklarını ifade etmektedirler. Ancak uluslararası sistem içindeki imtiyazlı konumlarını kaybetmemek için, bu hegemonyaya karşı çıkmadıkları görülmektedir.’ 

BM Teşkilatı Güvenlik Konseyi’nde; ‘Suriye’de yaşanan katliamın durdurulması’ için Cenevre’de alınan kararların, Rusya ve Çin tarafından veto edilmesinin bir değil, birden fazla sebebi vardır. Uluslararası sistemin, yeni bir kırılma noktasına doğru savrulduğunu söylemek mümkündür. 

ULUSLARARASI SİSTEMİN KIRILMA NOKTALARI

Bazı siyaset uzmanları siyasi tarihi, devamlı hareket halinde olan bir trene benzetmişlerdir. Bu teşbihin sebebi; tren güzergâhında olduğu gibi, tarihte de ‘makas değiştirme’ noktalarının bulunmasıdır. Dünya siyasetinde belirleyici güce sahip olan devletlerin, uluslararası düzeni bir halden, başka bir hale dönüştürmesi mümkündür. Tarihin dönüm noktaları; uluslararası ilişkiler, siyasi dengeler ve hukuk nizamı açısından, son derece hassas olan noktalardır. Son yirmi beş yılda uluslararası sistemi derinden sarsan dört kırılma noktasının yaşandığını söylemek mümkündür. Bu kırılma noktalarının keyfiyetini, sırasıyla ve maddeler halinde izaha gayret edelim.

Birincisi: Soğuk savaş döneminin sona erdiği 1989 yılı önemli bir kırılma noktasıdır ve uluslararası siyasetin bir halden, diğer hale dönüşümüne vesile olmuştur. SSCB’nin dağılması ve ‘Varşova Paktı’nın’ fiilen sona ermesi, siyasi literatürde önemli yeri olan ‘iki kutuplu dünya’ anlayışını ortadan kaldırmıştır. Ayrıca ABD’nin dünya siyaseti üzerinde; hem sanal, hem de gerçek boyutları olan hegemonyasını (Amerikan Yüzyılı ihtirasını) ön plâna çıkarmıştır. Sanal hegemonya dememizin bir değil, birden fazla sebebi vardır. ABD’nin küresel üretimdeki payının, ikinci dünya savaşı’ndan bu yana sürekli olarak gerilediğini söylemek mümkündür. 1947 yılında ABD, dünya gayr-i safi hâsılasının neredeyse yarısına (% 48) sahip olan bir devlettir. Bu oran 1960 yılında %28’e, 1970 yılında % 25’e, 1990’lı yıllarda ise % 22’nin altına düşmüştür. ABD’nin dış yatırımları ile diğer ülkelerin ABD’deki yatırımları arasındaki dengesizlik hızla artmaktadır. ABD’nin dış ticaret açığı, ilk defa 1999 yılında bir trilyon doların üzerine çıkmıştır. 

Sanayileşmiş yedi ülkenin (G-7) iktisadi performansı dikkate alındığı zaman, son yirmi yıllık dönemde ABD’nin iktisadi gücünün hızla gerilediğini söylemek mümkündür. Dünya Bankası’nın satın alma gücü paritelerini kullanarak yaptığı hesaplara göre, önümüzdeki beş yıl içerisinde Çin’in iktisadi gücü, ABD’yi geride bırakacaktır. Gerçek hegemonya dememizin sebebi şudur: ABD’nin nükleer, kimyasal ve biyolojik silahları üretmek için yaptığı harcama, bütün dünya ülkelerinin savunma bütçelerinden daha fazladır. 

Dünyayı kendi yönettikleri bir süpermarket haline getirmeyi planlayan ABD ve müttefiklerinin, bazı kavramları silah gibi kullanmaları, uluslararası sistem içerisindeki gücünün değişik bir boyutudur. Bilindiği gibi son yirmi yıldır, ‘Küreselleşme’ ve ‘Evrensel Hukuk’ gibi kavramlar, sihirli bir hurafe gibi insanların zihinlerine yerleştirilmiştir. Küreselleşme kavramı; hedefleri, vasıtaları ve neticeleri üzerinde anlaşma sağlanması mümkün olmayan muğlak bir kavramdır. Bazılarına göre bu kavramı ilk defa Kanadalı Sosyoloji Profesörü Marshall Mc Luhan ‘Global Köy’ teorisini izah ederken kullanmıştır. Bazı sosyologlara göre ‘Küreselleşme’ kavramı, soğuk savaş döneminden sonra Harvard, Stanford ve Columbia gibi Üniversitelerde kullanılmaya başlanmış ve popüler bir kavram haline getirilmiştir. Küresel ekonomi terimi “serbest piyasa modeli ile dış piyasalara açık ve batı ülkeleriyle rekabet edebilen konumda olan ekonomileri” ifade için kullanılan bir terimdir. Tamamen piyasa ve pazarlama mantığının egemen olduğu bu anlayışa göre, devletler ile büyük şirketler arasında bir fark yoktur. Başkasının işinde çalışan ve emekleriyle geçinen insanlar, bu anlayışa göre birer maliyet unsurudur. Küresel ekonomi anlayışı sanayileşmiş ülkelerin belirleyici rollerini ön plâna çıkarmış, çevre ülkelerin insanlarını adetâ “fuzuli insanlar” statüsüne indirmiştir. Vahşi kapitalizmin ve haberleşme teknolojisindeki gelişmelerin zaruri sonucu olarak ortaya çıktığı ileri sürülen küreselleşme, yeryüzünde fesadın yayılmasına sebeb olan bir felâkettir.

İkincisi: 11 Eylül 2001 tarihinde kapitalizmin simgesi kabul edilen ‘Dünya Ticaret Merkezi’ binaları ile ABD’nin askeri gücünü temsil eden ‘Pentegon’ binasını hedef alan terör saldırısı, uluslararası sistemin en önemli kırılma noktalarından biribidir. Dünyadaki her hareketi gözetleyebilecek teknik donanıma sahip olduğu iddia edilen ABR’nin, kimden geldiğini tesbit edemediği bu terör felâketiyle sarsıldığını söylemek mümkündür. ABD araştırma kuruluşlarından ‘strafor’un’ başkanı George Freidmen ‘Niyeti vardı, yoktu bilemem. Fakat büyük ikramiye İsrail’e çıktı’ başlıklı raporunda, bazı ihtimaller üzerinde durmuştur. New York ve Washington’da yaşanan terör hardisesi; hem ABD vatandaşı olan müslümanları zor duruma düşürmüş, hem ABD’nin ‘kendi emellerine hizmet etmeyen ülkelere karşı’ yeni bir savaşı başlatmasına vesile olmuştur. 11 Eylül saldırıları sonrasında George W. Bush’un Kongre’nin birleşik oturumunda yaptığı konuşmasında; Her bölgedeki, her ulus şimdi bir karar almak zorundadır. Ya bizimle beraberek hareket edeceklerdir, ya da teröristlerden yana bir tavır alacaklardır. Bu günden sonra, terörizmi koruyan ve destekleyen hangi rejim olursa olsun Birleşik Devletler tarafından düşman bir rejim olarak addedilecektir” sözleriyle, uygulayacakları politikayı ifade etmiştir. 6 Kasım 2001’de yaptığı konuşmada, ABD Başkanı George W. Bush “Hiçbir ulus bu mücadelede tarafsız olamaz” diyerek çok açık bir mesaj vermiş ve bütün dünyaya meydan okumuştur: Bundan sonra tarih, bizim oluşturacağımız bir tarih olacaktır. Hiçbir devlet bunun dışında olamayacaktır. Oluşturacağımız tarih içerisinde ya bizim yanımızda olup, elde edilen menfaatten yararlanacaksızın, ya da karşımızda yer alıp sizin için tasarladığımız elim neticeleri yaşayacaksınız. Tarihi yeniden şekillendirme çalışmalarımız, olmasını istediğimiz dünya oluşturulana kadar devam edecektir.” George W. Bush’a izafe edilen siyasi doktrinin (Bush Doktrini) uluslararası hukuk kurallarının değiştirilmesine ve ‘yeni dünya düzeninin’ kurgulanmasına vesile olmuştur. ABD’nin küresel istilası, bazı cephelerde askeri güçle, bazı bölgelerde istihbarat teşkilatlarıyla, bazı ülkelerde Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların yardımıyla devam etmektedir. Başta Afganistan ve Irak olmak üzere bazı ülkeler fiilen işgal edilmiş, Somali ve Sudan gibi ülkelerde akla-hayale gelmeyecek cinayetler işlenmiştir. Sudan’ın ikiye bölünmesi ve Somali’de yaşanan açlık proplemi, ABD müdahelesinin ortaya çıkardığı felaketlerden bir kısmıdır. 

Üçüncüsü: ABD’de başlayan, Avrupa ülkelerini kasıp-kavuran ve bütün dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin, uluslararası sistemi derinden etkilediğini söylemek mümkündür. Hatta bazı ekonomi uzmanları; yaşanan küresel iktisadi-mali krizin, ‘kapitalist sistemin sonu’ olduğunu ileri sürmektedirler. Dünya savaşlarına sebeb olan 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nı hatırlatan siyaset uzmanları, korkularını ve endişelerini dile getirmektedirler. Küresel iktisadi kaosun, yan etkileri halen devam etmektedir. Başta Yunanistan olmak üzere, İtalya ve İspanya gibi bazı Avrupa Birliği ülkeleri, borçlarını ödeyemez hale gelmişlerdir. Bu iktisadi kaosun, en az üç ayrı problemi beraberinde getirdiğini unutmamak gerekir. Bunlar işsizlik, finans krizi ve ekonomik durgunluktur. 

Dördüncüsü: Uluslararası sistemin son kırılma noktası, 2011 yılının başından itibaren devam eden ve bazı siyaset uzmanları tarafından ‘Arap Baharı’ olarak nitelendirilen hadiselerdir. Tunus, Mısır, Bahreyn, Libya, Yemen ve Suriye’de yaşanan siyasi değişim, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yeni dengelerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Siyasi rejimleri derinden sarsan herhangi bir politik-ideolojik hadisenin (halk ayaklanması, askeri darbe, devrim vb) tesadüfen yaşandığını ileri sürmek doğru değildir. Bir hadise vukû buluyorsa, o hadisenin ‘kimler tarafından, nasıl ve hangi şartlarda’ yapılacağının birileri tarafından plânlandığını unutmamak gerekir. Uluslararası sistemin patronu koltuğunda oturan ABD yönetimi, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanan halk ayaklanmalarının, kendi menfaatlerine zarar verecek bir devrime dönüşmemesi için, bütün imkanlarını seferber etmektedir. Yıllarca destek verdiği diktatörlere (kullanma süreleri dolduğu için) sırtını dönmüştür. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Son yirmi beş yıllık dönemde yaşanan ve uluslararası sistemi derinde sarsan bu kırılma noktalarını dikkate almadan, günümüzde yaşanan siyasi değişimleri tahlil etmek kolay değildir. Bu kırılma noktalarını; eskilerin deyimiyle ‘efradını cami ve ağyarına mani’ bir şekilde tahlil edemeyen bazı siyasi parti sözcüleri, meseleyi ‘Komplo Teorileri’ ile izah etmeye çalışmaktadırlar. Uluslararası sistemi temsil eden BM Teşkilatı’nda veto hakkı bulunan Rusya’nın ve Çin’in, ABD’nin hegamonyasını karşı harekete geçtiğini söylemek mümkündür. Bu siyasi değişim, ABD’nin ‘tek süper güç’ kabul edildiği dönemin sona erdiğinin en güzel delilidir. Son yıllarda ortaya çıkan ‘üç kutuplu Dünya’ sistemi, BM Güvenlik Konseyi’nin karar mekanizmalarını etkileyeceği gibi, aldığı kararları uygulamasını da etkileyecektir.(Misak Dergisi-261)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüsnü Aktaş Arşivi