Dün
Az önce, geride kalan, dün. Dün, bu günden önceki, az önceki zaman, yani geçmişin adı. Geriye dönüp bakıyorum; mazi dediğimiz bir geçmişin izleri gözüküyor. Bir duvar dibinde, bir kuytu köşede, ya da geçmişi içinde barındıran bir mekânda dalıp gittiğimiz yerler, diyarlar, anılar hep geçmişten haberler taşıyor. Hangimizin böyle bir geçmişi yok ki? Her bir insanın geçmişle olan teması anılar defterinde var olan değerlerden oluşuyor. Değer, yaşanılmış olan anların, zamanların, günlerin, ayların, yılların birikimiyle oluşuyor. Baktığım, göz kırptığım her an, alıp verdiğim her nefes bir an öncede kalıyor. Anın birdenbire kayboluşunu yaşıyoruz. Dokunuştan sonrası, sesin yenilenişiyle kaybolan ses, az önceki dokunuş tek tek geride kalıyor.
Sayısını bilmediğimiz nefeslerin, günlerin bir bir dökülüşü gibi, takvimden düşen her günün geride bıraktıkları, daha dündü, dün akşam birlikteydik, birlikte çay içip neler konuşmadık ki dediğimiz anları anlatıyor. Yanımdan geçip giden araba, yanı başımda olmayan, ihtiyaç hissettiğinde insan sevdiğini bulamayınca zaman dünde kalmıştır. Çok geçtir artık. Benimle birlikteyken unuttuğum, geride kalsa da izi hep devam eden, geçmiş gibi unutulmayan yollar, ipek yolu mesela.
Dün, geçmiş zaman risalesidir.
Dün bu günün hazırlayıcısı, dünden haberli olan, bu günde daha sağlıklı adımlar atabilir.
Ses, sese ulaşınca bir nefes
Sese ses olur, inan her nefes
Giden ömür, zaman, an, her birisi geçmiş. Şimdiki zaman andır yalnızca. Geçmiş zaman ile dili geçmiş zaman bıraktığımız izlerdir. İz, sayılacak düzeyde az. Her geçen insan iz bırakmıyor. Uçakların geçip giderken geride bıraktıkları izler nedense, birkaç dakika içinde yok oluyor, eser kalmıyor gidenden ne de izden. Pınardan içebildiğince içmelisin. İçebildiklerin senindir yalnızca. Akanlar başkasına, geridekiler de gelecek olanlara. Akıncılar, doludizgin gitmişlerdi. Şimdi ne gün döner diye soruyorsun ya? Bakmalısın iyice, dönmemiş midir sence?
Yağmurda ıslanmalısın. Islan, çünkü yağmur daha yakın, daha katışıksız, sade, yapmacıksız, bizatihi kendisi. Ondan bir haber gibi gelir her yağmur damlası. Az önce birden bire başladı yağmur, birazcık ıslandım. Söylediğim gibi ıslandım. İncecikten yağan bu yağmur sonrası gökkuşağı aklını alıyor insanın. Ne de güzel gözüküyor. Git git kaçıyor insandan. Bu kaçıncı gökkuşağı? Çocukluğumdan bu yana gördüğüm sayısız renk cümbüşünün her birisi türlü hikâyeleri barındırıyor. Her birisi dünde kaldı. Dün, yani geçmiş ne çok barınaklar yığınına benziyor. Öyle söylemiştik; eleğimsağmanın altından geçelim. Biz gittikçe eleğimsağmada gidiyordu sanki, git git erişmek mümkün olmuyordu. Bir türlü gökkuşağının altından geçmek nasip olmamıştı. Sahiden de geçen var mıydı?
Yağmura benziyor şu bakan göz
Saklıyor ömrün çarşısını
Saklıyor gök kubbe içindeki fırtınayı
Bir yalnız atı çağırıyor şiir
Damla damla avucumdan içiyor çocuk
Kaybedilmiş değirmen taşlarını arıyor
Elleri toprağa bulanmış yar kokusu
Şimdi yağmura koşuyorum
Gün çıkar çıkmaz bir gelincik açar gökyüzünde
Yağmur sonrası, toprak kokar
Eşsiz bir vaktin sessizce sarmasına benzer şiir
Aşkın dili şiir, kendisi şiir
Bulutlar, gökyüzünü sarıverdi birden bire. Çoğunluğu pamuk gibi olanlardan, balya balya duruyorlar. Arasında gri, karanlık bulutlarda var. Gri ve karanlık olanlar yağmur taşıyor. Ama ben masmavi gökyüzünü daha çok seviyorum. Bir de eleğimsağmayı izlemeyi. Eleğimsağma kelimesini ilk kez Sezai Karakoç’ta okumuştum.
Az önce dedim ya az önceydi geride kaldı. Şu çiçeği öperken içimden geçip giden yıllar var ne çok geçmiş yılları hatırlattı bana.
Çocukluktan gençliğe, gençlikten bu günlere doğru ne uzun bir yolculuk yaptırdı şu çiçek. Ay gülü mü demeli, bey gülü mü, yoksa mis gibi kokan fesleğenler, akşamsefaları mı? Yok, yok ful olmalı. Akdeniz bölgesinin en nadide çiçeklerinden birisidir. Oldukça etkili bir rengi, bembeyaz ve keskin ama kalıcılık hissi uyandıran kokusuyla Kâbe’nin çevresine serpilirmiş geçmiş zamanlarda.
Suda gül
Gül suda
Gül kokar
Avluda
Şu karşı kıyıda oturanlar var ya denizin sesini unutmuşlar. Kulak alışınca doğal bir hale dönüşüyor olmalı. Oysa biz, denizin sesini dinlerken en seçkin bir musikiyi dinler gibi oluyoruz, ya da bir çocuğun o insanı kendisine doğru çeken tılsımlı sesini çağrıştırıyor.
Deniz, sen, çocuk, geçmiş ve gelecek ne güzel düşlerin sahiplerisiniz.
“İbibikler öter ötmez” gel demiştin ya tam da sabah vaktini hatırlatıyor bana. Kalkmalı, hazır olmalı kıyam için. Kıyam, bir duruş, asalet, inanmış olmanın bir gereği, en çok da namazdaki kıyamı hatırlatır. Namazda ki kıyam, teslimiyetin, somut dünyadan soyut olana akışın, yürüyüşün, yolculuğun adıdır. Şu karşıki bahçeli evden geliyor horozun sesi. Horoz vakte ayarlı gibi ötüyor. Duruyor, sanki derin bir nefes alıyor ve başını ileriye doğru kaldırarak ötüyor. Horoz ötüşü, bir muştuyu duyurmak için gibi gelir bana. Bir şeylere hazır olmalı insan. Her an hazır olmalı yolculuğa.
Az önce gökyüzünü seyrederken bir yıldızın kaydığını gördüm. Zaman zaman görürüm yıldızların kaymasını. Sen ne zaman görmüştün yıldızın kaydığını? Ne hissetmiştin peki? Dilek tut filan diyorlar ya hiç işim olmaz öyle şeylerle. Safsata gelir bana. Uyduruk, kaydırık şeyler.
Örneğin; dilek ağacıymış, bez bağlanırmış filan. Bir de kahve falı diye bir şey uydurmuş aklı evvelin biri. Birileri sürekli para veriyor, birileri de kıs kıs gülüyor para verenlere. Neden gülüyor dersin? Saftirik diye alay ediyor olmasın? Olabilir mi sence? Yalnızca saflıkla mı izah etmeli bu durumu? Bence değil; biraz ahmaklık, avanaklık, cahillik, kendini kandırma, avunma gibi haller de mi var diyorsun? Olabilir mi böyle bir şey? Yirmi birinci yüzyılda olmaz mı dedin? Fal, filan uydurma şeyler mi dedin?
Fal okları, sihir, büyü yasaklanmıştı bin dört yüzyıl evvel..bu yasak kıyamete değin sürecek.
Bu işleri düşününce aklım evvel zaman içinde yolculuk yapıyor ve saadet asrına gidiyor… O vakitlerde de insanlar hamurdan, ekmekten putlar yaparlarmış sonra acıkınca yerlermiş. Kurbanlar kesip yiyecekler getirirlermiş sonra putun önüne koydukları yiyeceklere nazar etmiştir diye yerlermiş ya ona benziyor bugünkü adetlerden bazıları. Bunların topuna kibrit suyu döküp yakmak gerekiyor. Dök ve yak. Bir de ayran suyu döker Anadolu insanı, bence de öyle olmalı.
Dökmeli ve kurutmalı.
Tebbet suresinde öyle denilmişti; “Ebu Leheb’in iki eli kurusun.
Kendisi de kurudu gitti. Ona ne malı ne kazancı yaramadı. O da gerdanında bükülmüş bir ip olduğu halde odun hamalı olarak karısı ile birlikte alevli bir ateşe atılacaklar.” İman ettim. Ondan gelene, Resulün buyruğuna iman ettim.
Ne geldiyse insanın başına düşünmemesinden geldi. Akıl etmemekten geliyor ne geliyorsa. Oysa her olay ve hadisede insan şöyle durup bir düşünmelidir. Neden yaptığını, niçin yaptığını, yapması gerektiğini düşünmelidir. Düşünmek en büyük kazanç, düşünmek büyük ibadet.
Tefekkür etmek deniyor buna. Yetmiş yıl kılınan nafile ibadetten efdal-üstün-kıymetli.
Bütün bunlardan sonra şöyle demeli; hiçbir şey yerinde durmuyor. Sen de, ben de, eşyalar da yerinde durmuyor. Hareket halindeyiz anlaşılan.
Her an hareket halinde olan insan, nasıl oluyor da kendisini bir türlü değiştirmek için kollarını sıvamıyor? Oysa değişen her an yeni şeylere de işaret ediyor. Her değişimin dili de, tarzı da, üslubu da değişiyor kanımca. Öyleyse anlık bu değişimler içinde insan kalbi de, yüreği de, bakışı da, algısı da, kazanımı da, hidayeti de, sınır dışı olması da, kabul edilişi de, reddedilişi de an be an sürüyor. Bu sürgünlük hali insana dair umudun tazecik durma halidir.
Senden umut kesmem. “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” de Sezai Karakoç aynen böyle söylüyor;
“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar mademki yâr vardır
Yoktan da vardan da öte bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili”
Sınırsız ülkelerden geldi kuşlar. Kanatlarında bin hikâye taşıyarak geldiler. Dağların tepelerinden, denizlerin dehlizlerinden, susuz kalmış vadilerden, uçsuz bucaksız çalılardan, çırpılardan uçarak geldiler.
Atların yorgun düştüğü, şehirlerin harap ve bitap kaldığı, yüreklerin yangına döndüğü, aşkların unutulduğu, her şeyin basit ve sıradan durduğu diyarlardan kaçarak, bin atlı akınları arayarak geldiler.
Geldiler, geldiklerinde yorgun ve bitkindiler.
Nasırlı elleri vardı, yürekleri gök kadardı, cömerttiler Nil gibi, Tuna gibi, rüzgâr gibi geldiler, bir aşkın peşinde, bir inancın şahitleriydiler. Bir sabah vakti gibi arıydı bakışları, yorgundular lakin emindiler, neden geldiklerini, nereden geldiklerini biliyorlardı. Gelişleri bin umuttu, taşıdıkları bin umut. Şiirden atları vardı, yeleleri rüzgârlarıydı.
Geldiler bin umutla, yeryüzünün bütün kuşlarıydı gelen, şiirden bir orduydular, kelimelerden yayları vardı, bakışları ok kadardı.
Yürekleri gök kadardı…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.