Şahsiyet Timsali Akif’i Anarken…
Arnavutluk’tan göç ederek İstanbul’a yerleşmiş Müderris Tahir Efendi ile Buhara Türklerinden Emine Şerife Hanımın evladı olarak İstanbul’da dünyaya gelen Mehmet Akif Ersoy’un doğumu, 1877–1878 Osmanlı Rus Savaşına diğer adıyla 93 Harbine denk düşer. Bu savaşın etkisiyle Rumeli’den ve Kafkaslardan yoğun göç alan İstanbul’un, içinde bulunduğu sosyolojik atmosfere, bir de Osmanlı’nın modernleşme çabaları eklenince, Osmanlı aydınının ne gibi sorunların içinde yoğrulduğu az çok açığa çıkmaktadır. İşte Akif, bu sorunların hepsini yüreğinde hissederek çocukluk ve gençlik yıllarını geçirmiştir. Olgunluk yıllarında ise Balkan Savaşlarının hezimetiyle karşı karşıya kalmanın verdiği bezginlikle çaresiz durumda kalmış olan Anadolu insanına, umut aşılamaya çalışan bir Akif’le karşılaşırız. O’nu hiçbir durum ye’se düşürememiştir. Çünkü “Kur’an’lı Bir Evde”, “Pehlivanlı Bir mahallede” ve “Deneyli bir eğitim veren okulda” yetişmesi, O’na kuvvetli bir şahsiyet vermiştir.
Mehmet Akif Ersoy’un psikolojisi güçlüdür, kararları tutarlıdır, çevresine karşı sorumluluk içindedir ve hiçbir şeye körü körüne bağlanmaz, her şeyi sorgulayarak değerlendirmektedir. O’nun bu yapısı kendisini şahsiyetli kılmaya yeten en büyük özelliğidir. Böyle bir Akif, abide misali 1.Dünya Savaşı ve “İstiklal Mücadelesinde” karşımıza çıkar. Şunu belirtmek istiyorum ki, Mehmet Akif Ersoy, cemiyetin içinde bir fert değil cemiyetin önünde yürüyen bir fert olmayı hayatı boyunca tercih etmiştir. Bunun neticesi olarak İstiklal Savaşı boyunca Anadolu’yu adım adım gezmiş, kürsülerden aslanlar gibi kükrermiş, istiklal mücadelesine yüreğini, emeğini koymuş ve insanımıza milli mücadelenin önemini izah etmiştir. Peyami Sefa der ki: “Bir vatanı bazen zor günlerinde 3–5 adamın vefası kurtarır”. Evet, Akif bu insanların başında gelerek, istiklal mücadelesinin manevi mimarlarının en birincilerinden biri olmuştur.
Mehmet Akif’in, hayatında din ve dünya ilişkisi ahenge kavuşmuştur. O, bizim için güzel bir mümin modelidir. Peygamberi bir duruşla yanlışlığın, kişiliksizliğin karşısında her zaman bir set olarak durmuştur. Zor sınavların adamı olmuştur. Zoru başaran bir milletin de “İstiklal Marşı”nı yazmayı Allah(cc) ona nasip etmiştir. Akif’in, bütün ömrü bir kitaba yani Safahat’a sığmış, ama o kitap Asım’ın nesliyle bütünleşerek, Kur’an-ı Kerim’in yanı başına konularak bu aziz millet tarafından yüceltilmesi bilinmiştir. Akif’in Safahat’ı inançlı bir insanın ruh iklimini bizlere muştular. Eserde vecihler/yüzler vardır, yani hayatın her yönüne kılavuzluk etmeye çalışan hikmet dolu sözler vardır. İzah etmek istediği konuya ayetle başlar, sonra mealini verir ve beşine de gönlünün derinliklerinden süzülerek gelen hikmet dolu düşüncelerini aktarır. Hikmet dolu düşünceleri diyorum, zira onun düşüncelerini inançları yoğurmuştur.
Evet, Mehmet Akif Ersoy’da hepimiz gibi bir beşerdi. Zamanı gelince çok sevdiği Yaradan’ına emanetini teslim ederek ebedi âleme göçtü, sevdiği Rabbine kavuştu. Akif bir mısrasında, “Toprakta gezen gölgeme, toprak çekilince / Günler şu heyulamı da er geç silecektir / Rahmetle anılmak, ebediyet budur anma / Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir” diyordu. Ama akan zaman bize gösterdi ki, Asım’ın nesli maya tutmuştur ve onu unutturmaya çalışan içteki ve dıştaki bedbahtlar bu ülkede mevcut olsa da, Akif ve onun ifade ettiği değerler, bu coğrafyada kıyamete dek unutulmayacaktır. Çok zor günler geçirdiğimiz şu zamanlarda, Vatan ve Millet şairi Akif’in bir mısrası daha bize umutla yol göstermektedir: “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın / Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın / Doğacaktır sana va’dettiği günler Hak’kın / Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”