Baskı yok idiyse, 80 yıllık 'laik despotizm' niçindi?
-Diyarbakır’daki cinayetin asıl faili-azmettiricisi, işte bu kafa!: Diyarbakır’daki patlamada hayatını kaybedenlerin yakınlarının acılarını paylaşıyorum.. Bu vesileyle, hele de internet sitelerinde, uyduruk isimlerin arkasına gizlenip, en haince mesajları yazanlara ve onları yayınlayanlara da bir çift sözüm var..
Bir örnek.. D. Bakır Bel. Başkanı O. Baydemir’in, ‘Bu saldırıyı, her kimden gelirse gelsin, kınıyorum..’ dediğine dair haberi yayınlayan (ensonhaber.com) isimli sitede, haberin dibacesinde, 3 Ocak akşamı, 23.53’de ‘vatan bekçisi’ rumûzuyla yazılan şu hain mesaja bakınız: ‘Asker öldü mü, ağzı açılmıyor.. İyi oldu.. Biraz da siz geb..., aşşağılıklar!.’
Bu tek bir örnek.. Kalblere zehir döken nice düşmanlık lafları, diğer sitelerde de, gırla..
Bu satırları yazabilen şuûrsuzlar her toplumda olabilir de, bu gibi mesajları süzgeçsiz yayınlayanların hiç mi sorumluluğu yok? Aslî azmettirici kafa işte orada sırıtıyor!
***
Prof. Şerif Mardin 2-3 ay önce, ‘mahalle baskısı’ diye bir laf ettiğinde, toplumda bu kadar tartışılacağını beklemiyordu, herhalde.. Nitekim, 30 yıl öncelerde, Ocak-1977’de, ‘Her topluluk bir felsefe görüşü üzerine kurulmuştur. Cumhuriyet’in en zayıf yanı, bu felsefî eksikliği olmuştur.. Kemalizmin derin veya çok şumûllü felsefî temelleri olduğu, büyük bir güvenle söylenemez..’ gibi çarpıcı sözler ettiğinde, hiç de yankı yapmamıştı, bu görüşleri.. Kezâ, Haziran 1988’de Türk Siyasî İlimler Derneği’nin bir seminerinde ‘2000 Yılına Doğru Kültür ve Din’ başlıklı bir tebliğ sunan Prof. Mardin, ‘İslamî canlanış’ konusunda ‘Türkiye’nin biri laik, diğeri İslamcı iki millete ayrılması ihtimalinden, iki kültür arasındaki mesafenin son yıllarda arttığından ve bu iki kesim arasında bir çatışma ihtimali zayıf ise de, tamamen ihtimal dışı olmadığından; tek tesellisinin, bu mücadeleden İslamcıların galib çıkamayacağı’na kadar, değişik görüşleri dile getirdiğinde de çok ilgi çekmemişti.. O zaman, ‘... Şimdi İstanbul’da bir Fatih var ve Şişli var.. Son zamanlarda Fatih daha çok Fatihleşti.. Şişli bir dereceye kadar Fatihleşmeye başladı.. (...) Şişli’yi ‘Batı kültürünü severek izleyenler’ için bir simge olarak kullanırsak, Şişli kültürünün muhasara altında olduğunu ve giderek savunulması gereken bir alan olduğunu söyleyebiliriz.. Bu ne zamana kadar devam edecek, Şişli bir direniş gösterecek mi? Onu bilemiyoruz. Ama,(..) Taşra devamlı Fatihleşiyor, kültür bakımından İslamî ögelerin karşısına geçilmez bir şekil aldığı kümeler haline geliyor.. ‘İslamî kültür neden kazanamaz suallerine gelince..’ İslamlaşma kültür düzeyinde olan bir şey.. Kurumların İslamlaştığını daha görmüyoruz.. Bu kurumları değiştirebilmek için, bunların -‘orijinallerinin’ diyeceğim- temelinde yatan felsefe kadar güçlü bir siyasî felsefeyi ortaya çıkarabilmek gerekir. Ben Cumhuriyetin temel siyasî ve sosyal kurumlaşmasının kapsamında ve kuvvetinde bir rakib göremiyorum..’ diyordu, Mardin..
20 yıl geçtikten sonra ise, aynı Prof. Mardin, laiklere uygulanabilecek bir ‘mahalle baskısı’ deyimini ortaya atınca, şöhret sahibi oldu.. Şimdi onun zevkıni çıkarıyor gibi, sessiz.. İlginç olan, Mardin’in, ‘laik mahalle’dekilerin ‘laik despotizm’ini görmezlikten gelmesiydi..
Ama, onu da, bir diğer sosyolog dile getirdi.. Prof. Nur Vergin, geçen hafta, Vatan’a verdiği mülâkatta, o ‘laik mahalle baskısı’na dair ilginç sözler edip, laikleri içten vurduğu için, şimşekleri üzerine çekti. Hürriyet Gn. Yy. Md. E. özkök’ün tepkisi, -yaygınlığı açısından- buna bir örnektir. özkök, 2 Ocak yazısında, yakından tanıdığı Vergin’le fikirlerinin çok yakın olduğunu da söylüyordu. Ama, açıkladığı bu görüşlere şaşırmıştı.. özkök, ‘çünkü, o sözlerde, bu ülkenin ‘laik hayat tarzını’ benimsemiş, o konuda hassasiyeti olan insanlara atılmış öylesine ağır bir iftira var ki, hepimizin şiddetle itiraz etmesi gerekiyor’ diye, şöyle devam ediyordu: (…) Prof. Nur Vergin, AKP’nin aldığı yüzde 46.5 oyu açıklarken, şu iddiayı ortaya atıyor: ‘Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’de dindar insanlara öyle ağır baskılar yapılmış ki, işte bu baskılar şimdi bir oy patlaması halinde sandığa yansıyor. (…) O kadar baskı vardı ki... Bir örnek vermek istiyorum, ben laik kesim içinde doğdum büyüdüm ve öyle devam ettim yaşamaya. Yıllar önce yeni bir eve geçmiştim ve içimden Kur’an okutmak geldi. Anneme, ‘Bir hoca çağırıp okutsak’ dedim. ‘Ya, iyi olur’ dedi.. Fakat sonra ‘Komşular ne der?’ diye düşündüm. Bir hafta sonra aynı apartmanda bir Musevi âyini yapıldı ve hiçbir şey olmadı. Demek ki, (…) yasal olmamakla beraber böyle bir baskı vardı.’
Vergin’in bu sözlerini, ‘Benim gibi sâkin insanları bile çıldırtabilir’ diye değerlendiren özkök, ‘Allah aşkına, elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin. Siz hayatınızda böyle bir şeye şahit oldunuz mu? Hiç böyle bir sıkıntıya düştünüz mü?’ diyordu, şaşkınlık içinde..
Halbuki, bırakınız sıradan müslüman milyonları; laikler arasında kalmış bazı insaflı kimseleri bile çileden çıkaracak öyle zâlimâne uygulamalar vardı ki, bunları konuşmak için herkesin Vergin gibi yiğitçe ortaya çıkması mümkün olmadığı gibi; özkök’lerin de onları dinlemeye tahammülü yoktur. ‘Aman, camide görülmeyelim..’ diye namaza gitmekten değil, hattâ, ‘içki içmediğimi söylersem, irticacı diye suçlanırım, yolum kesilir..’ diye çekinen bir neslin faciasını özkök, nereden, nasıl hissetsindi? Hattâ, sadece subayların değil, ailelerinin bile, camilerden ve ‘müslüman toplum’dan soyutlanmaya nasıl çalışıldığı hiç düşünülmüş müdür? ‘Namazda görülmeyelim’ diye, kendi yakınlarının cenaze namazlarının bile, cemaat tarafından kılınmasını, kenarda kazık gibi durup seyredenler, hâlâ da yok mu bu memlekette? özkök, bu müslüman halkın yaşadığı çilelere, peşin hükümlerini bırakıp da yaklaşmayı ve sonu gelmez sessiz inleyişlerle karşılaşmayı göze alabilecekse; önce, kendisinin 28 Şubat zorbalığı günlerinde, gazetesinde kullandığı manşetlerle kitlelere hangi mesajları verdiğini düşünmesini ve kendisini o sessiz büyük çoğunluğun yerine koymasını tavsiye ederim.
*Sözün burasında, özkök’ün, dinlemesini isteyebileceğim bir örnek olan bir ‘müslüman’ın dünyamızdan ayrıldığı haberi geldi. O, Mehmed Şentürk idi ve ‘12 Eylûl’ sonrasında, yurt dışına çalışmaya giderken, gideceği yerdeki müslümanlar hakkında kendilerine casusluk yapması teklifine, kesinlikle ‘Hayır!.’ dediği için günler boyu ne ağır işkenceler görmüş ve sonra da pasaportunu almaya gittiğinde, bir istihbarat albayının tekmeleri altında merdivenlerden yuvarlanmıştı, ‘Hizmetten kaçıyor, utanmadan bir de pasaport istiyor..’ diye..
Kendi acılarını ve kinlerini içine gömüp, kanser sancıları içinde kıvranırken bile, internet görüşmelerimizde, ülkenin ve milletin hayrını konuşmayı tercih eden ve dün Adapazarı’nda toprağa verilen bu yiğit müslümanı rahmetle anarken; başta, merhûmun damadı çaykur Gen. Md. Ekrem Yüce kardeşim olmak üzere, yakınlarına da başsağlığı diliyorum..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.