İnanç, aile, anne-baba, çocuklar ve Fâzıl Hüsnü..
Yahyâ Kemâl’in Üsküb’de geçen çocukluk yıllarını anlattığı mısraları ve satırları, onun yetiştiği ‘ilkmektebe dualarla gönderildiği’ atmosferden ilginç çizgiler sunar bize.. Hele, mütedeyyin annesinin, içkici babasına, akşamları homurdana-homurdana sofra hazırlamasını anlattığı satırlar daha da ilginçtir.. Kadıncağız, ‘Mâdem ki içecek bu zıkkımı, başka yerlere gidip, başka günahlara da batmasın, eve hastalık getirmesin..’ diye öyle yaparmış..
Atilla İlhan da, İzmir’de namazsız-niyazsız bir çocukluk atmosferinde yaşadığını ve ilk namaz kılınışını da anneannesinin evine gittiklerinde 12-13 yaşında gördüğünü anlatmıştı.. Onun büyüdüğü semtte, pek ezan sesi de işitilmezmiş.. Onun bu beyanları, Yahyâ Kemâl’in ‘Ezansız Semtler’ yazısındaki yakıcı satırları hatırlatırdı, insana..
Yahyâ Kemâl, ‘Kendi kendime diyorum ki, Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde... (...) O semtlerdeki,. Minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez. Çocuklar müslümanlığın rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu müslümanlık rüyasıdır ki, bizi henüz bir millet halinde tutuyor..’ der.. Ve babalarının, bu rüya ile büyüdüğünü, ‘doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler, kandiller yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, câmiler içinde şafak sökerken tekbîrleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.. (...) Biz ki, minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık.. Biz böyle bir Sabah namazında ‘anne-millet’e dönebiliriz. Fakat, minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar..’ satırlarıyla ifade eder, derin bir ruhî ızdırab içinde..
Evet, sadece ailenin, ailedeki büyüklerin değil, muhitin de çocuklar üzerindeki etkisi açıktır.. Çoğu san’atkâr ruhlar, ilk kıvılcımlarını ailelerinden tutuşturmuştur, özellikle de annelerden..
Azerî türkçesi ve farsçanın büyük şairlerinden (ve 18 yıl öncelerde vefat eden) Muhammed Huseyn-i Şehriyar da, birçok şiirlerini, çocukluğunda anasından işittiği hikaye ve şiirlerin ilhamıyla yazdığını söylerdi..
Buna örnek bir diğer san’atkâr / şair de dünyamızdan göçtü, bugünlerde...
Fâzıl Hüsnü Dağlarca 94 yaşında dünyamızdan ayrıldı..
Fâzıl Hüsnü, müstesnâ şiir kudreti olan bir şairdi.. Ve kendisini şu veya bu edebî akım veya gruba bağlamak pek mümkün olmazdı, kendine özgü, bağımsız bir çizgi tutturmuştu..
Üniversite yıllarımda, İstanbul’a gittiğimde, onun Laleli- Koska’daki, ‘Kitab’ isimli kitabevine ara-sıra giderdim.. Ara-sıra diyorum, çünkü, o zamanki ideolojik kamplaşmada o, komünistlerin yanında yer almış gibiydi.. Ama, o, komünist de değil, anti-emperyalistti..
Ayrıca o, Osmanlı’nın çöküş dönemini yaşamış çoğu kimseler gibi, epeyce bir kemalist idi de.. Ne var ki, onun ve o neslin kemalist oluşunu da izah edebiliyordum.. Onun da, yeni rejimin kuruluşu sonrasında oluşturulan resmî ideoloji yaldızlamalarına ve ‘tek adam’ mitolojisine -çoğu okumuş kesimlerimizde görüldüğü üzere- bağlanmış olması, konjonktürel bir durumdu, o dönemin genel eğilimini yansıtıyordu.. Üstelik, -sonra istifa etse bile- yarbay rütbesine kadar orduda bulunmasının da bunda etkisi büyüktü..
Yine de, onun Amerikan emperyalizmine olan hışmından hoşlanıyordum, ama, mutlaka marksist cenahla yan yana oluşunu kabullenemiyordum.. Daha çok ‘Cumh.’ gazetesi çizgisindeki ‘marksist-kemalist’lerce sahibleniliyordu.. Ve onun inanç temeli gösterilmemeye çalışılıyordu.. Dahası, Allah inancını yansıtan mısralarının, marksistlerce beğenilmediğinden ve hattâ o mısralarının atlanıp geçildiğinden haberi bile yoktu, büyük ihtimalle..
Halbuki, o, şiir gücünü ‘Allah’ın kendisine lûtfettiği bir tebessüm’ olarak izah ediyordu..
‘Annesinin Yûnus ilahîlerini dinleyerek büyüdüğünü’ de söylemişti.. ‘Dünya kadar büyük bir günüydü çocukluğumun,/ Mektebe ilk gittiğim o altın sabah,/ Omuzumda kalmıştı el sıcaklığıyla/ Anamın okşarken söylediği bir ‘Bismillah..’ da aynı atmosferi yansıtır..
‘Annemin namazları üzerimde etkili olmuştur. Annem namaza durunca, ya da Kitab okurken, biz oyunları durdururduk. Bir ezan sesi dinler gibi içimizde bir namaz sesi dinlerdik. Gövde kımıldamaları ile oluşan bir namaz sesi.. Annemin yüzü namaz süresince değişirdi, bizden uzak olurdu sanki.. Belki de şiirimin oluşum sesleriydi bu.. (…) Ben Allah'a inanmış bir insanım..’ der ve hemen arkasından, ‘Namaz kılmasa da, oruç tutmasa da inançlı bir kimse olduğunu’ bilhassa belirtirdi.. Bunu da, askerlik mesleğinden gelmiş olmasına (!) bağlardı..
Onun san’atına hayran olduklarını söyleyenlerin onu kapitalizm ve komünizm dünyaları arasındaki Soğuk Savaş sona erdikten sonra, yapayalnız bıraktıkları ortadaydı..
Onun, hiçbir etnik bağı olmadığı halde, Çeçen müslümanlarının mücadelesine destek vermek için, 1995’lerde yazdığı ‘Çeçen Meleği’ isimli güzel şiir, onun yakınlık duyduğu tarafı daha bir alenîleştiriyordu.. Keza, en meşhur şiir kitabı olan ‘Allah ve Çocuk’ isimli eseri de..
Fâzıl Hüsnü, şimdi toprağa verilirken, ona kim sahib çıkacak? Ve nereye kadar?
O, cenazesinin getirileceği câmilere, cemaatlere pek yakın durmamış ise de, ruh dünyasının işaretleri, aidiyetini yine de gösteriyordu.. Yerini kendisi, açıkça gösteremese de..
Sahi, ‘mevtayı nasıl bilirsiniz?’ denildiğinde, onu, kim ve nasıl bildiğine şahidlik eyleyecek?
*BU KADAR ÇARPITMAYA DA PES, DOĞRUSU..
15 Ekim günü, ‘Ülke tv’den Ersoy Dede, ‘terör uzmanı’ diye takdim edilen bir em. albayı konuşturdu.. Bu kişinin, Gen. Kur. Başkanı’nın herkesi azarlayan ve güç gösterisinden ziyade, za’fiyet ilâmı mahiyetindeki konuşmasından birkaç saat sonra devreye sokulması ve onun da, hemen hiçbir şey bilmediği halde, sadece TSK lehine konuşma gayretinde olması dikkati çekiciydi ve 17 askerin ölümüyle sonuçlanan son baskın üzerine, ‘asıl suçlanması gerekenin, TSK değil, Hakkârî Valisi veya MİT gibi kurumlar olduğunu’ ısrarla belirtiyordu.
Bir em. alb. misyonu gereği, bunu söyleyebilir, ama, ‘Ülke Tv’ buna nasıl âlet olur?
Ona bakılırsa, askerî birliklerin 24 saat kadar sonralarda yardıma koşması bile, hiç de gecikmeli olmamış, hattâ o yöre şartlarında, gecikme üç gün bile sürseymiş, normal saymak gerekirmiş.. Sanki, kurtarılmak ve de gizlenmek istenen bir şeylerin olduğunun gizli feryadı var gibiydi, onun sözlerinde.. Tıpkı, İlker Başbuğ’un konuşmasında olduğu gibi..
Tamam, TSK, terör örgütünün cesaretlenmesine vesile olacak şekilde yıpratılmasın; ama, halkımız da aptal yerine konulmasın.. Evet, herkes doğru yerde durmalıdır da; en başta komutanlar ve em. subaylar ne kadar doğru olan bir yerde duruyorlar?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.