Tarihi olayların ağırlığını birbirimize yüklemeden
Muharrem matemi dolayısıyla İstanbul milletvekili Reha çamuroğlu'nun düzenlediği iftar davetine beklendiği gibi Alevi örgütlerin büyük bir çoğunluğu katılmadı. Katılmayan grupların Alevilik adına ortaya koyduğu tavır, katılanları “düşkün” ilan eden tavır, Aleviliğin gelişimi içinde önemli bir kırılma noktası oluşturacak gibi görünüyor.
Alevi geleneği içinde son derece hassas ve dikkatle ve nadiren başvurulabilen bir tedbirin günübirlik siyasi bir tartışma içerisinde bu kadar hoyratça kullanılmasının bu yola başvuranların konumları ve yetkileri hakkında önemli soru işaretleri doğuracağı açıktır.
Bilenler bilir, İslam tarihinde tekfirin bir alışkanlık haline gelmemesi, hele birilerinin siyasi ihtiraslarının bir aracına dönüşmemesi için bu yol neredeyse imkânsıza varacak şekilde zorlaştırılmıştır. Tekfir yolu açıldı mı, herkes kendi hakikat yorumu doğrultusunda diğerini çok kolay kâfir görmeye başlayabiliyor. çoğu zaman siyasi ihtiraslar da işin bir yerine bulaşıyor ve inanç değerlendirmesi insanların birbirlerine karşı haksız siyasi kazanç elde etmelerinin bir yolu haline gelebiliyor. Sonuçta bir toplumu bir arada tutmanın bir yolu olmadığı gibi, din birleştirici olmak yerine giderek dağıtıcı ve parçalayıcı bir faktöre dönüşebiliyor. Bunu gören sorumlu İslam âlimlerinin erken bir dönemde salgın halini alan tekfir uygulamasına karşı verdikleri tarihi karar son derece anlamlı olmuştur: “Ehl-i kıbleden olanlar tekfir edilemez.”
Bu karar belki de devletin veya siyasi otoritenin aynı zamanda bir dini otoriteye dönüşmesi tehlikesine karşı İslam ümmetinin vermiş olduğu en anlamlı tepki olmuştur. Avrupa'da uzun din savaşlarının sonucunda ulaşılan devletin tarafsızlığı ilkesinden çok daha işlevsel sonuçları olmuştur bunun. Tabii ki farklı görüş sahiplerinin aralarında hiçbir hakikat tartışması olmayacağı anlamına gelmiyor bu, ancak hakikat tartışması hukuki ve siyasi sonuçlar doğuracak şekilde veya taraflara haksız bir siyasi kazanç sağlayacak şekilde “tekfir” ile sonuçlandırılamaz.
Yine de iftar davetine katılmayanların hepsinin iftar davetine katılanları “düşkün” ilan eden sınırlı grubun paralelinde bir tavır koyduğunu düşünmek yanlış olur. Birçok Alevi grubu olaya hiçbir siyasi anlam yüklemeksizin Kerbela yasının lüks bir otelde gerçekleşmesini sorun etmiştir ki, bu çok makul ve saygı duyulacak bir tavırdır. Davete icabet eden Hüseyin Hatemi hoca da benzer bir mülahazaya sahip olduğu halde dostların ve “azizan”ın hatırları ağır bastığı için davete katıldığını anlattı mesela. Ramazan iftarları ile ilgili de benzer mülahazalar oluştuğu için son yıllarda iftar davetlerinde giderek lüks otellerden çadırlara veya evlere doğru bir kayma yaşanmakta olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Dinin mütevazılığe ve nefis terbiyesine çağıran boyutu dolayısıyla bu eğilimin her zaman bu tür bir samimi baskıyı hissettirmesi doğaldır. Ancak, dinin sosyolojisi aynı zamanda bir tür “toplanma” yı da öngörüyor. Bugünün koşullarında bu tür toplantılara da celp ettiği âlî menâfîden dolayı, bir yerin ayrılması “hoşgörülebilir” sanırım.
Yarısına yakın davetlinin Sünni kesimden olduğu iftarın, bir anlamlı yönü de bizatihi buydu bence. Belki Türkiye tarihinde ilk defa Sünni ve Alevi kesimi arasında bu kadar geniş katılımlı bir toplanma bu davet çerçevesinde gerçekleşmiş oluyor. Masalara karışık bir biçimde yerleştirilmiş olan her iki kesimden davetliler arsındaki sohbetler, bir zaman için ayrı düşmüş kardeşlerin bir yeniden buluşmasını andırıyordu. Malatya Hacı Bektaş-ı Veli Derneği'nden bir temsilcinin okuduğu ve yüreğin derinliklerine işleyen Hz. Hüseyin Mersiyesi herkesin yüreğini bir potaya koydu, kaynatıp eritti, canlarını bir etti. Aynı masada oturduğumuz eski Kültür Bakanı Atilla Koç bu mersiyenin etkisiyle hüngür hüngür ağladı. Sonradan yine Malatya Hacı Bektaş-ı Veli Derneği Başkanı Hasan Meşeli'nin okuduğu Alevi geleneğinin tipik yemek duasının şiir gibi akıp giden içeriğine Sünniler de can-ı gönülden “amin” dedikçe “canların bir olma istidadı” daha da kabardı.
Başbakanın konuşması, retorik boyutu son derece güçlü bir konuşmaydı. Katılan Alevi kesimi büyük ölçüde memnun etti, duygulandırdı. Konuşmanın içeriğini okumuşsunuzdur. “Tarihteki olayların ağırlığını bir birimize yüklemeyelim” deyişi, Reha çamuroğlu'nun akıl ve bilgelik dolu konuşmasının içeriğiyle paralel ve bence bizim gerçeğimize son derece uygun bir tarih felsefesinin özetiydi. Daha önceki yazılarımda da değindiğim bir konu, açılımı daha da yapılabilir…
Ancak bu konuşmanın içeriğine eleştirinin Alevi kesiminden ziyade yine Sünni kesiminden gelmiş olması da ayrıca anlamlıydı. Keşke başbakan konuşmasında Alevilere bu davete katılmış olmaktan, bu mateme kendi matemi olarak katılmış olduğunu belirtmekten öte, bir de somut bir jestle katkıda bulunmuş olsaydı.
Gerçi, Alevi taleplerinin mevcut hali, henüz kristalleşmemiş ve sonuçları yeterince değerlendirilememiş olması dolayısıyla bu jesti ortaya koymasını zorlaştırıyor olabilir. Ayrıca Aleviler adına talepte bulunanlar, bu talepleri gerçekleştirecek olanlarla her türlü diyalog çağrısına karşı inatla direnirse bu talepler nasıl gerçekleşebilir? Açıkçası taleplerin makullüğü üzerine hiçbir müzakereye zemin bırakmayan, hasmane bir reddedişte ısrar ederek bir mesafe kat etmenin imkanı yok.
Bu yemek en azından Alevi taleplerinin daha iyi anlaşılabilmesi ve bu yolda somut adımların atılabilmesini mümkün kılabilmek için bir tür tanışma vesilesi oldu. Bu tanışmanın hayra vesile olacağına inanıyorum.