Herşeye rağmen AB
Erdoğan’ın özellikle partisi hakkındaki kapatma dâvâsında verilen karar sonrasındaki süreçte devletçi ve statükocu kanada yanaştığı yönündeki yaygın kanaat, Metropoll anketinden çıkan sonuçlarla da teyid edildi.
Ankete göre, Başbakanın demokrat ve özgürlükçü çizgiden uzaklaşıp devletçi-statükocu çizgiye kaydığını düşünenlerin oranı yüzde 48.4.
Aksi görüşte olanlar yüzde 36'da kalmış.
Bu bağlamda, Erdoğan’ın Güneydoğu gezilerinde kullandığı, “Ya sev ya terk et” şeklinde algılanan söylemini olumsuz bulanlar yüzde 50.9.
AB reform sürecinin yavaşladığını düşünenler yüzde 56.7. AKP seçmenlerinden, bu yavaşlamayı iktidarın tavrına bağlayanlar yüzde 50.5. “Süreç tekrar hızlanmalı” diyenler yüzde 59.3.
Başbakanın geçen hafta AB heyetiyle görüşmesinde “Yaptırdığımız araştırmaya göre halkın yüzde 60’ı AB’yi istiyor” dediği anket bu olmalı.
Yine Erdoğan’ın hafta sonundaki Kızılcahamam kampında “Statüko bizim lûgatımızda yer bulamaz” deyip AB sürecinde ezberleri bozduklarından dem vurması ve “Devletçi oldu” eleştirilerine karşı “Tayyip Erdoğan milletin evlâdıdır. Devletin mekanizmalarını milleti için seferber eder” gibi sözler sarf etmesi de dikkat çekici.
Bu beyanlardan hareketle, AKP’nin önümüzdeki dönemde, dört senedir—2005 Ekim’inde müzakerelerin de başlamasına rağmen—arayı açtığı AB’ye doğru dümen kırıp, reform sürecini yeniden hızlandırmasını bekleyebilir miyiz?
Keşke öyle yapsa... Türkiye’nin her alanda karşı karşıya olduğu çok yönlü kriz ve problemlerle baş edebilmesi de; AYM kararlarıyla sıkı bir “yargı vesayeti”ne alınmış olan AKP’nin bu cendereyi kırabilmesi de AB reformlarına bağlı.
Eğer AKP iktidarı AB’den müzakere tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten itibaren reformlarda frene basmasaydı, 3 Ekim 2005’te başlayan müzakerelerde hızlı ve dinamik bir performans ortaya koyabilseydi ve hepsi bir yana, 22 Temmuz 2007 seçiminde halktan aldığı güçlü desteği iyi değerlendirebilseydi, bu noktada olur muyduk?
Nitekim son yayınlanan İlerleme(me) Raporunda da, yeni anayasa projesini sonuçlandıramayan AKP için, “Halkın verdiği yetkiyi kullanamadı” eleştirisi dile getirilirken, asker-sivil ilişkileri ve yargı reformu başta olmak üzere mâlûm temel konularda yapılması gerekenlerin hâlâ beklemede olduğu bir kez daha vurgulanıyor.
Erdoğan’ın Kızılcahamam kampının kapanış konuşmasında söylediği şu sözler de enteresan:
“Geldiğin zaman işin üç ayı önemli. İlk üç ayda işin temelini attın, attın. Üç aydan sonra şehir seni yemeye başlar. Ondan sonra kusura bakma, patinaj yapmaya başlarsın. İlk üç ayda ne yapacağını bilmeli ve hemen adımları atmalısın. Bunun raconu budur. Biz bu tecrübeyi yaşadık.”
Anlaşılacağı gibi, bu tavsiyenin muhatabı belediye başkanları. Ama dikkat çektiği husus sadece onlar için değil, hattâ onlardan da önce, altı yıldır başında olduğu hükümet için geçerli.
Gerçekten ilk üç ay AKP iktidarı için de çok önemliydi. Gerek 3 Kasım 2002, gerekse 22 Temmuz 2007 seçimlerinin ardından halkın büyük oy desteğiyle alınan iktidarların ilk üç ayı yapısal reformların temelini atma noktasında iyi değerlendirilebilmiş; özellikle anayasa reformu gerçekleştirilebilmiş olsaydı, bugün geldiğimiz yer hem AKP, hem de Türkiye için olumlu anlamda çok daha farklı olurdu. Ama olamadı.
Erdoğan’ın bahsettiği racon iki dönemde de işletilemediği; üçer aylık başlangıç devirlerinde “işin temeli” atılamadığı; dolayısıyla statükoya dokunulamadığı için sistem AKP’yi hızla “yemeye” başladı. Böyle olunca ortaya çıkan sonuç önce “patinaj,” sonra gerileme olarak tezahür etti.
Metropoll araştırmasıyla bağlayacak olursak:
Herşeye rağmen çoğunluğun devletçi-statükocu değil, demokrat ve özgürlükçü çizgiden yana olması ve AB sürecinin devamını istemesi, herkese mesaj veriyor. Gereğini yapan kazanır...