Tehcir ve göç
Zorunlu tehcir, elbette ki kabulü ve hazmedilmesi son derece zor bir hadise. İnsanın, doğup büyüdüğü evi ve toprakları kendi iradesi dışında terk etmek mecburiyetinde bırakılması, sevdiklerinden ve hatıralarından koparılması, duruma göre, hayat boyu devam edebilen, hattâ sonraki kuşaklara da intikal ettirilen çok derin ve sarsıcı travmalar oluşturabiliyor.
Eğer bu tehcir çetin şartlarda çok meşakkatli yolculukları gerektirmiş ve yaşlılık, hastalık, kıtlık ve eşkiya saldırıları gibi sebeplerle, kafiledeki birçok kişi gidilecek menzile varamadan hayatını kaybetmişse bu travma daha derinleşebiliyor.
Ermeni tehcirinde bu çeşit yürek burkan acı hadiselerin yaşanmadığını kimse iddia edemez.
Ancak tarih boyunca göçler ülkesi olmuş Anadolu’da bu trajediyi sadece Ermenilerin yaşadığını da kimse söyleyemez. Gerçek şu ki, bilhassa 19. yüzyılın sonları ile geçen asrın başlarında Rusya’dan, Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan yaşanan göç dalgalarında; Lozan Antlaşmasına bağlı olarak cumhuriyet sonrası gerçekleşen nüfus mübadelelerinde de büyük acılar yaşandı.
(Millî Savunma Bakanının, yakınlarda büyük tepkilere yol açan “Azınlıklar Türkiye’de kalsaydı millî devlet olamazdık” sözü, bu acıları gözardı eden katı bir ideolojik saplantının ifadesiydi.)
Keza, yine cumhuriyet sonrasında şark isyanları bahane edilerek, doğudaki nüfuz sahibi aşiret ve aile önde gelenlerinin, bu isyanlarla ilişkilerinin olup olmadığına bakılmadan başka yerlere sürülüp, sıkı kayıt ve mahrumiyetler altında zorunlu ikamete tâbi tutulmaları da derin toplumsal sancılara yol açan bir uygulamaydı.
Ömrünün ikinci yarısının çoğunu bu şekilde sürgün, tecrit ve tarassutlar altında geçirmek durumunda bırakılan, zaman zaman talebeleriyle beraber hapislere atılan Bediüzzaman da bu uygulamanın önde gelen mağdurlarındandı.
Ve göç trajedisinin yakın tarihlerdeki son örneklerinden birini Jivkov zulmünden kaçan Bulgaristanlı soydaşların, diğerini de Saddam’ın hışmından kurtulmak için Türkiye’ye sığınan Kuzey Iraklı peşmergelerin hicretinde gördük.
Bir başka güncel örnek ise, buradaki başörtüsü yasağı sebebiyle üniversite tahsili için başka ülkelere gitmek zorunda bırakılan öğrenciler.
Sonuç olarak, ister zorla yaptırılan tehcir şeklinde olsun, ister iradî ve gönüllü olarak gerçekleşen bir nakl-i mekân, yer değiştirme, başka bir diyara taşınma tarzında cereyan etsin; göç ve hicret olayının acı ve hazin tarafları ağır basar.
Ama aynı tehcir veya hicretin, bu hüzünlü ve sıkıntılı taraflarına mukabil, kaderin daha bu dünyada tezahürlerini göstermeye başlayan adaletinin tecellîleri olarak, başlangıçta hiç umulmayan olumlu neticelere vesile olduğu da bir vâkıa.
Doğup büyüdüğü yerlerde karşı karşıya olduğu bunaltıcı sıkıntılardan kurtulmak, memleketinde çeşitli sebeplerle bir türlü dikiş tutturamazken göçtüğü yerde bahtının açılması, manen ve maddeten ferahlayıp rahatlamak gibi...
İlginçtir; Ermeni tehcirinin de böyle sonuçları oldu. Savaş ortamından uzaklaştırılıp güvenli bölgelere götürülen ve oralardan dünyanın başka yerlerine yayılan Ermeniler Said Nursî’nin Münâzarât’taki ifadeleriyle “Terakkiyat tohumlarını topladılar, vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye ikaz ediyorlar.”
Elbette ki, tehcir esnasında çekilen acılar bir yana, nesilden nesile intikal eden vatan hasretini hiçbir şey dindiremez. Ama bu hasreti dindirmenin yolu, soykırım iddialarıyla kan dâvâsı gütmek değil, atalarının yaşadığı toprakları barışçı eğitim ve kalkınma yatırımlarıyla ihya etmek olmalı ki, Bediüzzaman’ın sözleri bu yöndeki yapıcı bir teşvik mesajını da ihtiva ediyor.
Dolayısıyla, gittikleri yerlerde büyük servetler kazanmış ve yaşadıkları ülkelerin yönetimlerini etkileyecek düzeyde politik güç kazanmış diyaspora mensupları, intikamcı Taşnak telkinlerine değil, Bediüzzaman’ın çağrısına kulak vermeli.