Ne kamusal, ne özel... Medyatik alan
Günümüz insanı, hangisinin sınırının nerede başlayıp nerede bittiğini tam anlamıyla bilemediği, “Kamusal alan-özel alan” tartışmalarıyla oyalanadursun; aslında hayatın bütün alanlarını etkilemeye, belirlemeye ve kontrol altına almaya pek hevesli bir alanın tasallutu altında.
Buna “medya alanı” ya da “medyatik alan” diyebiliriz.
Bir hukuk devletinin olmazsa olmazı sayılan “Kuvvetler ayrılığı” ilkesi de, sözde dördüncü kuvvet olan medyanın, etkileme, belirleme ve kontrol alanında bulunmaktan imtina edemiyor ve böylece dördüncü kuvvet, diğer kuvvetlerin üstünde bir fiili konum elde ediyor.
Küreselleşmenin iyice derinleştirip yaygınlaştırdığı karmaşık çıkar ilişkileri ağı içerisindeki medyalar, bir yandan ulusal parlamentoların yasaları belirlemesinde, diğer yandan var olan yasaların uygulanmasında, kendi baskıcı karakterini bütün boyutlarıyla hissettiriyor.
Böylece başta ulusal parlamentolar ve yargı olmak üzere birçok kurum, ağır baskılarla tahrip edilerek güdükleştiriliyor, işlevsizleştiriliyor ve medyatik alanın tahakküm sınırları içine dahil oluyor.
örneğin, günümüzde kirli savaşlara kadar giden süreçlere ve bu süreçlere dair sonuçların dünya kamuoyunca algılanış şekline yakından baktığımızda, esas planların parlamentolardan ziyade, küresel iletişim araçlarına sahip aktörlerce kotarıldığını görebiliriz.
Kaldı ki, gelişmiş ülkelerde iş başına gelen iktidarlar, çoğu kez, demokrasinin medya marifetiyle sunileştirilip bir oyuna döndürüldüğü ortamların eseri olmuyor mu?
Bu, birbirine minnet duyguları bahşeden karşılıklı etkileşim, kuşkusuz siyasi iktidarların parlamento aracılığıyla ete kemiğe büründürülmesinin bütün aşamalarında da sürüp gidiyor.
Onların istediği yasalar çıkarılıyor, onların istemediği yasalar çıkarılamıyor.
Hukuktaki relativizm, medya erkini ellerinde bulunduranların estirdiği konjonktürel rüzgarların durumuna göre şu veya bu yana doğru daralıp genişliyor.
Modern insanın medyayla ilişkisi kuşkusuz hep aynı düz çizgide ve aynı doğrultuda olmuyor.
Nefretleri de sürekli içinde barındıran karmaşık bir ilişki bu.
İnsanlar genelde medyayı, sıcak bir kavram olarak algılamıyorlar.
Onun korkutucu, baskıcı ve güven vermeyen karakterini sıklıkla dile de getiriyorlar.
Hatta bazen medya araçlarını ellerinde bulunduranların işaret ettikleri istikametin tersine davranışlar sergileyerek, onlarla aynı kulvarda olmadıklarını ilan da ediyorlar.
Ancak tüm bunlar, günümüz insanın medyanın kapsama alanı içinde edilgenleştirildiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
İnsanlar, kendileri farkına varmasalar da etkileniyorlar medyadan.
İnsanlar güvenmediklerini hatta sevmediklerini söyleseler de, farkına varmadan medyatik alanın manipule edilmiş süvarileri durumuna geliyorlar.
Modern insan açısından belki en dramatik olan da bu; etkilendiğinin farkına bile varamadan etkilenmediğini iddia etmek.
Ya da sadece bir davranış biçimiyle ortaya çıkan etkilenmeme durumunu, (örneğin oy kullanırken medyayı kaale almamak) hayatın diğer alanlarına yayamamak…
Kuşkusuz medya bu tür tersliklere karşı başka oyunları tedavüle sürüyor ve kendi isteğinin dışında tecelli etmiş siyasi iktidarları ve onların dayandığı toplumsal temeli başka türlü yöntemlerle işlevsiz ve güdük hale getirmenin arayışına giriyor ve başarıyor da.
Böylece bazı noktalardan medyanın manipulatif gücüne “muhalif” olduğunu vehmeden insan, birçok noktadan ise medyanın “muvafıkı” hatta “meftunu” olduğunu fark edemiyor bile.
Temsilde hata olmaz; modern insanın medyayla ilişkisi, bir yandan sürekli birbiriyle didişmenin, hatta zaman zaman öfke ve nefretlerin, geçici küslüklerin, kapıyı çarpıp gitmelerin ama daha sonra tekrar barışıp halvet olmanın yaşandığı “tuhaf bir aşk ilişkisi” gibi.
Günümüz insanı medyaya güvenmiyor ama payandalıktan da geri durmuyor.
İtibar etmediğini sanıyor ama içinin derinliklerinde gizliden gizliye şizofrenik bir itibarı da barındırıyor.
Sövüyor ama izliyor.
Yakınıyor ama meftun.
Modern insan bu kısır döngüyü kıramadıkça, medya-ülke ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturtulmasında bilinçli ve somut bir sorumluluğu kuşanamadıkça, kirlenmişin yerine temizi koymanın arayışını somut çözümlere kavuşturamadıkça, bütün alanları teke indirgeyen medyatik alanın tahakküm ve tasallutu da sürüp gider.
Bir tekerlemeyle bitirelim yazıyı:
Ne kamusal, ne özel alan;
Medyatik alan, gerisi yalan!
-----------
münaşaka
SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın, “Başörtüsü 2 partinin istemesiyle ya da anayasa değişikliğiyle çözülmez. Toplumsal mutabakat gerekir” demiş.
2 parti dediği AK Parti ve MHP’nin oyları, yüzde 70 civarında.
Ayrıca yapılan araştırmalar, toplumun yüzde 80’inin bu yasağın kaldırılmasından yana olduğunu ortaya koyuyor.
“Halk plajları doldurunca vatandaş denize giremedi” anlayışını hatırlatan Karayalçın’a sormak lazım;
Acaba “halk” mutabakat sağladığı için mi, “toplumsal mutabakat” sağlanamıyor?
-------------
sözünözü
Halk özgürleşmeye çalıştıkça, medya, korkutma ve propagandaya daha çok başvurur. (Noam Chomski)