Ergenekon - İlk defa resmin bütünü
Ergenekon, anlatılanlara bakılırsa, 1950’lere dayanan bir yapılanma. Türkiye’nin NATO’ya girişiyle birlikte ortaya çıkan bir oluşum. Ama kökleri, İttihat ve Terakki şebekesine, Teşkilat-ı Mahsusa’ya kadar gidiyormuş...
Kızılordu birtakım Doğu Avrupa ülkelerini işgal ederek, onları komünizmle “özgürleştirdikten” sonra, böyle bir akıbetten korkan ülkeler, NATO’ya yanaşmış. Çetin Altan sık sık anlatır; Fatin Rüştü’nün, ordunun yüzde 95’ini nasıl NATO’nun emrine verdiğini ve kendisinin buna nasıl karşı geldiğini... Bunun sebebi olarak, Stalin’in Boğazlar’a göz dikmesini ve Türkiye’yi alenen tehdit etmesini ise “ıskalar”.
Kısacası, Türkiye NATO’ya girdikten sonra, NATO konseptine uygun “derin devlet”ini oluşturmuş. NATO’nun bütün Avrupa ülkelerinde uyguladığı sabotaj, provokasyon, sorgulama, işkence, suikast tekniklerini öğrenmiş. Gaye, Kızılordu işgaline karşı halkı örgütleyecek, gayri nizami savaş verecek birlikler yetiştirmekse de, vasıta, gayeyi gözetmemiş; resmî anlayışa muhalif her türlü oluşuma karşı, her türlü silahla mücadele vermeye başlamış...
Olay DP’nin kontrolünden çıkmış. Hatta DP’ye karşı çeşitli “psikolojik savaş” tekniklerini uygulayarak harekete geçmekte gecikmemiş. “Bu millet isterse, şeriatı da getirir” dediği varsayılan, azınlıklara karşı kalkışma tertipleyen, giderek ABD ile arası açılıp Sovyetler’le ilişki yolları arayan Menderes’in başına patlamış. Tabiî yakın dostu Fatin Rüştü de bu “tasfiye”den kurtulamamış.
Bu satırların yazarına 28 Şubat döneminde Abdülmelik Fırat Beyefendi anlatmıştı. 27 Mayıs’tan sonra Yassıada’da kendilerine yapılan işkenceler içinde, en fazla dikkatlerini çeken, en ziyade nefretlerini toplayan bir genç subay varmış. Onun yüzünü, Abdülmelik Fırat Beyefendi, hiçbir zaman unutmamış. Ve o yüzle, 28 Şubat döneminde bir kez daha karşılaşmış. Jandarmanın başında, T.K. rumuzuyla adını duyuran kimse... Abdülmelik Beyefendi, onu gördükten sonra anlamış ki:
“Bugünlerin kritik mevkilerini işgal edecek kimseler, o günlerden ele alındı ve yetiştirildi!
1970’leri biliyorsunuz... Komando kampları, suikastler, halk arası boğazlaştırmalar, vesaire, vesaire... Mehmet Ali Ağca’lar, Abdullah Çatlı’lar, bunların Sol örgütler içindeki izdüşümleri, Masonların bu ‘gizli savaş’ta illegal uzantılar halinde görev almaları, vesaire, vesaire... 80’lerde Özal’a yapılan suikast, ama genellikle ‘uyuma taktiği’...”
1990’larda Doğu olayları ile birlikte yeniden ortaya çıkış, Sol’a karşı yaygın mücadele ile birlikte, Müslümanlara karşı provokasyonlar... Meselâ 28 Şubat süreci, aslında 1990’da başlamış; Çetin Emeç’ler, Turan Dursun’lar, Bahriye Üçok’lar.. 1993’te Uğur Mumcu suikastinden sonra, özellikle Alevi kesim sokağa dökülüp, “Kahrolsun Ş....” diye bağırtılmıştı. Aleviler bu oyunu fark edince de, aynı yıl Sivas olayları yaşanmıştı.
Ergenekon, 90’lı yıllarda ayrılıkçı harekete ve İslâmcılar’a karşı her türlü kirli oyundan çekinmemişti. 2000’lerde ise konsept değiştirdi. İlk defa ABD’ye, İsrail’e ve AB’ye karşı mücadele vermeye başladı. Artık, babasını -NATO’yu- da tanımıyordu. Batı’ya kuyrukçuluk görevinden arınmış, “Avrasyacı” bir siyaset takip ediyordu. Tabiî bu, iç düşmanı hâlâ “İslâmcılık” olan bir siyasetti.
Nasıl şey? “Kemalizm” dedikleri uydurma bir mefhuma dayanarak hem “İslâmcılığın temsilcisi” olarak gördükleri AK Parti’yi bitirme, hem de Batıcılık yolundan kurtulma stratejisi... Belki de ikincisi sadece laftan ibaretti; daima olduğu gibi, asıl dâvâ İslâmcılık’tan kurtulmaktı. Bu strateji de, 1950’lerde, Solcuları “Amerikancı DP” sloganıyla tahrik etmelerine çok benziyordu.
Ergenekon, böyle bir şey... Tutuklamalar arasındaki “bağdaşmaz” olarak görünen figürler de, örgütün bu karmaşık yapısı ve tarihçesinden kaynaklanıyor. Alıcılarınızın ayarıyla oynamayınız!