Yaşanan din ve TSK
Sonuçları hâlâ resmen açıklanmayan ve bazı mahallerde itirazlar üzerine YSK kararıyla tekrar yapılması gerekecek olan yerel seçimlerin üzerinden üç haftaya yakın bir süre geçti ve iç gündem, her biri başlı başına sansasyonel nitelik arz eden şok gelişmelerin peş peşe gelerek bir evvelkini unutturduğu baş döndürücü bir akışla sürekli çalkalanıyor.
Hattâ bazan aynı gün içinde, medyanın, hangisini öne çıkarmak gerektiği noktasında çok ciddî şekilde zorlandığı hadiseler yaşanabiliyor.
Daha 12. Ergenekon dalgasının yol açtığı şaşkınlık atlatılamadan, ertesi sabah DTP’lileri hedef alan geniş kapsamlı benzer bir operasyonun gerçekleştirildiği haberi gündemi tayin ediyor.
Ama bunu da takip etme imkânı bulamadan, gözler Genelkurmay Başkanının Harp Akademileri Komutanlığındaki konuşmasına dönüyor.
Günler öncesinden, akreditasyon çerçevesini kısmen genişleten bir davetli listesiyle dikkatlerin çevrildiği ve saati geldiğinde TV’lerin canlı yayınlarla aktardığı konuşma, herşeyden önce askerin “Bir süredir sessiz durduğuma bakmayın, ben hâlâ buradayım” mesajını aksettiriyor.
Bu mesaj, AB sürecinde alındığı söylenen mesafeye rağmen, askerin duruşu açısından hâlâ değişen birşey olmadığını göstermiyor mu?
İşin enteresan tarafı, Başbuğ Huntington’ın tarifinden hareketle, askerî liderlerin görev alanını “askerî güvenlik” olarak tanımlar ve bu görevin yetkili siyasî makamlara danışmanlık yapıp, oradan çıkacak kararları icra etmekle sınırlı olduğunu söylerken, cemaatlere tartışmalı suçlamalar yöneltmeyi bununla bağdaştırabiliyor...
Bunu yaparken “Dinin toplumsal bir bağ ve ortak duyarlılık oluşturma bakımından önemi inkâr edilemez. Türkiye için böyle şeyleri tartışmak dahi abestir” deyip, herkesin toptancı bir anlayışla aynı kefeye konmaması, “gerçek mütedeyyin” kişilerle kimsenin hiçbir sorunu olmaması gerektiği gibi çok doğru şeyler söylüyor.
Ve Weber’e atıfla, sosyolojik açıdan, “yaşanan din”in önemli olduğunu ifade ederek, yine onun, “Yaşanan dinin görüldüğü en önemli alan, sosyal ve ekonomik yaşamla dini bağdaştıran sosyal gruplar, cemaatlerdir” tesbitini aktarıyor.
“İnanç bir sosyal olgu olarak ele alınıp bu boyutla sosyal, ekonomik ve siyasal yaşam arasındaki etkileşim incelendiğinde, din, ekonomi ve siyaset arasında bir ilişki olduğu görülebilir. Bu görüş, geçerliliğini bugün de koruyor” sözleri de Başbuğ’un Weber’den yaptığı diğer nakiller.
Garip olan, evvelâ bunları söyleyip, ardından bunlarla tamamen çelişen hükümlere varması.
Meselâ dinin toplumsal davranışı, sosyal düzeni belirleyen bir sistematik olarak düşünülüp kabul edilmesinin yanlış olduğunu iddia etmesi.
Ve “önce ekonomik güç olmaya, sonra sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmak”la suçladığı “bazı cemaatler”i anayasanın din ve vicdan hürriyetini sınırlayan 24. maddesine aykırılıkla itham etmesi.
Başbuğ öteden beri dini vicdanlara hapsetmek için ifade edilegelen “İnanç Allah’la kul arasında kalmalı” söylemini tekrarlarken, bunun, Weber’den aktardığı “İnanç aynı zamanda sosyal bir olgudur, ekonomi ve siyasetle de ilişkisi vardır; yaşanan din, sosyal ve ekonomik hayatla dini bağdaştıran cemaatlerle ortaya çıkar” tesbitleriyle açık şekilde çeliştiğini görmüyor mu?
Tabiî, burada elbette ki ince çizgi ve nüanslar var. Bu meyanda, varlıklarını münhasıran dinle tanımlayıp anlamlandıran cemaatlerin, siyasallaşma ve ticarîleşme tuzağına düştükleri takdirde cemaat olma özelliğini kaybetme risklerine bilhassa dikkat edilmesi gerektiği de bir vâkıa.
Ama Başbuğ’un söylediği şey farklı. O, dinin toplumsal alandaki yansımalarına öteden beri karşı çıkan anlayışı bir kez daha seslendiriyor.
Bu anlayış kabul edilemez. Çünkü yaşanan bir dinin toplumdaki yansımaları engellenemez.