Şeriat ikidir
Şeriatı anlamaya gayret ederken, Üstad Bediüzzaman’ın yaptığı “iki şeriat” tasnif ve tarifini atlarsak konu eksik kalır.
Eserlerde bu konunun geçtiği yerlerden biri, Mektubat’ın sonundaki Hakikat Çekirdekleri:
“Şeriat ikidir: Birincisi; âlem-i asgar (küçük âlem) olan insanın ef’al ve ahvalini (fiil ve hallerini) tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi; insan-ı ekber (büyük insan) olan âlemin harekât ve sekenâtını (hareketlerini ve duruşlarını) tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir.” (s. 810)
Şeriat tartışmaları bu eksende yürütülürse, birçok şey çok daha kolay anlaşılır, netleşir, aydınlanır ve şu anki görünümüyle adeta tam bir kördövüşü haline gelen kilitlenmeden de çıkılır.
Özellikle, Üstadın yanlış olarak tabiat diye isimlendirildiğini belirttiği ikinci şeriat tarifine odaklanacak bir fikir alış verişiyle çok verimli sonuçlar üretilir ve gereksiz polemikler bitirilir.
Çünkü o tarifin kapsadığı alan, bilimlerin okuyup anlamaya çalıştığı kâinat kitabını içine alıyor. Astronomiden coğrafyaya, fizik, kimya ve biyolojiden matematiğe, botanik ve zoolojiden tıp ve eczacılığa... tüm fenler, semâ, arz ve canlılar âlemi sayfalarındaki sırları keşfe çalışıyor.
Her bir bilim dalı, kendi alanındaki varlıklara ve işleyişe dair Yaratıcının koyduğu fıtrî kanunları tesbit çabalarına paralel olarak gelişiyor.
Ve her bir fennin özü, esası, dayandığı nokta, Allah’ın güzel isimlerinden en az birine istinad ediyor. Üstadın verdiği örneklerle, mühendisliğin hakikati Adl ve Mukaddir isimlerine; tıbbın nihayeti Şâfî ismine; fenn-i hikmet (felsefe) Hakîm ismine dayanıyor. (Sözler, s. 415 ve 1020)
Aynı mânâlar, tarihten antropoloji ve sosyolojiye, psikolojiden iktisat ve siyasetbilimine, bilumum beşerî ilimler için de geçerli. Onlar da “insan-ı ekber” olan âlem kitabının sema ve arzdan sonra üçüncü cildini oluşturan “küçük âlem” insanla ilgili fıtrat kanunlarını inceliyorlar.
Günümüz medeniyeti, bütün bu kanunları okuyup keşfeden kolektif aklın, onlardan istifade ederek geliştirdiği ve ayrıca Peygamber mucizeleriyle işareti verilip nihaî hudutları çizilen teknoloji ve hayat standartlarıyla meydana geldi.
Bunun sosyal hayattaki tezahürleri ise bireyi, hak ve özgürlükleri, hukuku, demokrasiyi öne çıkaran; devlet ve toplum alanlarındaki düzenlemeleri adım adım fıtrat çizgisine, yaratılış kanunlarına yaklaştıran sistemler geliştirmek oldu.
Temizlik, intizam, çevre duyarlılığı, herşeyin insanı merkeze alan bir anlayış ekseninde tanzim edilmesi... yine aynı gerçeğin yansımaları.
Onun için, Avrupa’ya, Amerika’ya, Avustralya’ya... giden Müslümanların ortak tesbiti, İslâmın birçok prensibinin oralarda çok daha iyi yaşandığı yönünde. Gerçi eksik ve kusurlar elbette ki var ve yanı sıra, özellikle dış politikalarda hegemonya ve sömürü yer yer hâlâ hükümferma; ama kendi iç düzenlerinde, adı konulmamış bir “fıtrî şeriat düzeni”ni büyük ölçüde uyguladıklarını söylemek, her halde yanlış olmaz.
Ve işin ümit verici taraflarından biri olarak, tedricî bir tekâmül seyri içinde, bu eksikleri tamamlayıp kusurları telâfi etme süreci yaşanıyor.
Allah’ın kâinatta ve insanlık âleminde koyduğu yaratılış kanunlarına uyulduğu veya yaklaşıldığı ölçüde, “fıtrî şeriat düzeni”nin öngördüğü huzur ve dengeye kavuşma yolu açılırken, vaki sapmalar ise kaos, kargaşa ve sıkıntı getiriyor.
Sonuçta, medeniyetin hasenatı, iyilik ve güzellikleri olarak ortaya çıkan herşey, yaratılış âleminde hakim kılınan fıtrî şeriata ve beraberinde semavî dinlerin getirdiği değerlere dayanıyor.
Aynı medeniyetin maalesef ağır basan seyyiatı, kötülükleri ise, söz konusu şer’î kanun, ölçü ve değerlere kulak asıp meydan okuyan materyalist ve dünyaperest bakış açısının eseri ve ürünü.
Bunları izale edip yeniden güzellikleri hakim kılmanın yolu, birbirini tamamlayıp açıklayan her iki şeriatı da iyi anlayıp yaşamaktan geçiyor.