Bırakmak kadar başlamak da önemli

Bırakmak kadar başlamak da önemli

Doktorlar, vücudumuzda meydana gelen birçok rahatsızlığın, genelde yapmamamız gerektiği halde yaptığımız birtakım işlerden peydahlandığına inanırlar.

Bunun için de bir şeyleri “bıraktırmak” onlar için tedavinin olmazsa olmaz şartlarındandır.

Tam bir, “iyileşmek istiyorsan… bırakacaksın” vaziyeti yani.

Nitekim doktorun biri de, birtakım sağlık şikâyetleriyle kendisine gelen hastayı muayene ettikten sonra, “Sigarayı bırakmalısınız” demiş.

Adam “Ben sigara içmem ki” deyince doktorumuz, “Öyleyse içkiyi bırak” demiş.

Adam “Hayatta dilimi bile değdirmediğim bir şeyi nasıl bırakabilirim” deyince, doktor bu defa, “Kahveyi bırakacaksın” diye gürlemiş.

Hastamız, “Kahveyi ağzıma bile sürmem” deyince, doktorun kafası atmış:

“İyi de be adam, bırakacağın hiçbir şey yoksa, ben seni nasıl kurtaracağım!”

Kuşkusuz bendeniz bir tıp uzmanı değilim.

Ayrıca, ayakta duramayacak hale gelmeden doktoru aklına bile getirmeyen bir toplumsal kültürün çocuğuyum.

Öyle ki, benim çocukluğumu geçirdiğim çevrede birinin doktora kaldırıldığı duyulunca, akla derhal kötü ihtimaller gelir, “Demek doktora götürülecek kadar kötü durumda ha! Belli ki ölüm döşeğinde! Allahım sen onu çoluk çocuğuna bağışla” türünden dualar dillerden eksik edilmezdi.

Neyse, konumuz bu değil.

Doktorluktan anlamadığımın altını bir kere daha çizdikten sonra sadece bir gözlemimi paylaşmak istiyorum sizinle, bu güzel cumartesi gününde ve gündem dışı bir yazı yazmanın da keyfi içinde.

Düşünüyorum da, bedensel rahatsızlıklar için nasıl ki bir şeyleri “bırakmak” neredeyse bir tıp teamülü haline gelmişse, ruhumuzu boğan, daraltan rahatsızlıklarımız için de, bir şeylere “başlamak” aynı derecede hayati olsa gerek.

Malum, günümüzde modern insanın ruhu da en az bedeni kadar mutsuz, sancılı, tatminsiz ve muzdarip.

Kimi görseniz stresten, yalnızlık duygusundan, can sıkıntısından, çok uyuduğu halde yorgun uyanmaktan vs sözediyor.

Tüm ihtişamlı görüntülere, varlık çağrıştıran evlere, arabalara, gezilere ve tüketim çılgınlıklarına rağmen, mutsuzluk ve tatminsizlik, vebalı bir el gibi dolaşıyor gündelik hayatın gürültülü koridorları arasında.

Uçup gitmiş bir şeylerin esrik tadı dudak kıvrımlarına gizlenmiş ve huzur denen sakinlikler diyarının özlemi göz bebeklerine sinmiş rahatsız insanlarla dolu bir toplum haline geldik.

Bir ara, benzer hastalıklarla malul bir tanıdıkla konuşuyorduk.

Hali vakti ve beden sağlığı epey yerinde olmasına rağmen, Karadeniz’de gemileri batmış bir yüz ifadesi, kafatasını yere düşürse bile eğilip almaya üşenecek denli tuhaf ve bıkkın bir ruh hali içindeydi.

Böyle insanlar görünce, derhal kendimizde bir psikolog, bir ruh hekimi vehmetmeyi pek severiz ya, bendeniz de bir psikiyatrist edasıyla bir süre dinledikten sonra önerilerimi sıralamaya başladım:

“Kitap okumaya başlasan biraz. Roman olabilir, öykü olabilir, hayatın içindeki hoşlukları anlatan deneme kitapları olabilir.”

“Başlayamam” dedi bizimki, “Elime kitap aldığımda gözümün önü kararıyor. Başıma daha beter ağrılar giriyor.”

Epey fazla olan kilolarına atıfla, bu defa “Spora başlasan” dedim, “Mesela sizin oralarda sabahları insanların yürüyebileceği güzel parkurlar var. Her gün yarım saat yürüsen, hem vücudun daha sağlıklı olur, hem de kim bilir belki efkarın da dağılır biraz.”

“Başlayamam” dedi bizimki yine, “Yüzünü bile görmek istemediğim birçok lüzumsuz adam sabah yürüyüşü yapıyor orada. Onlar beni daha da gerer. Hem ben genelde iş için koşturmaya alıştığımdan, boşu boşunaymış hissi veren bir yürüyüşü, bu saatten sonra başaramam.”

Dedim ya, hali vakti yerinde.

Bu nedenle, “Şehir dışında şöyle ufak bir arazi parçası alıp biraz toprakla uğraşmaya başlasan…” önerisinde bulundum, “Uzmanlar toprakla uğraşmanın insanların elektriğini ve stresini alıp ruhunu dinlendirdiğini söylüyorlar. Ne bileyim; domates ek, şeftali ağacının altında uyu. Ayrıca ata filan bin, mekanik arabaların gürültüleri yerine koyun, kuzu, kurbağa, köpek, kuş, cırcır böceği vs sesiyle, tabiatın kucağında uysal bir çocuk olmanın hazzını hisset. ”

Bizimki yüzünü buruşturdu.

“Başlayamam” dedi, “Bu önerin, hayatında toprak nedir görmemiş kibar şehir çocuklarının doğa fantezilerini tatmin için iyi gelir belki ama ben zaten köy çocuğuyum. Tarlalarda büyüdüm. Tozda, toprakta, çakıllarda yürümekten anam ağladı yıllarca. Tüm çocukluğum, kalabalık bir kent hayatında var olmanın özlemiyle geçti. Tekrar o tenhalık kokan günlere dönemem.”

Takdir edersiniz ki, bu tanıdığım, “günlük hayatın dağdağası içinde kendine birtakım tefekkür zamanları oluşturup manevi bir derinliğe yönelme ya da sanata ilgi duyup mesela tiyatroyla, sinemayla, amatör olarak resimle ilgilenmeye başlamak” türünden önerilerimi de çeşitli bahanelerle reddetti ve hep aynı sözü söyledi:

“Başlayamam!”

Sonunda, yukarıda bahsettiğim doktor misali, benim de kafamın tası atmıştı tabii.

Gürledim:

“İyi de kardeşim, hayatta senin ‘başlayabileceğin’ hiçbir şeyin yoksa, ben senin bu muzdarip ruh halinden kurtulmana nasıl yardımcı olabilirim? Git ne halin varsa gör!”

Ne dersiniz dostlar;

Her açıdan sağlıklı bir yaşam için, bazı “terkedişler” kadar bazı “başlangıçlar” da son derece elzem değil mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi