Medya kaçıncı kuvvet?
Türkiye gibi kurumsal dengeleri demokratik işleyişin normali açısından yeterince kavi hale getirilememiş bir ülkede, çeşitli kesimler kendi görev ve sorumluluk alanına tekabül eden işleri yapmakla yetinmeyip, başkalarının işlerine dalmayı severler.
Medya da bu kesimlerden biridir.
Bizde özellikle “merkez medya” diye tabir edilen kesim, halkın haber alma hakkını kendileri vasıtasıyla kullandığı ve demokrasilerde 4. kuvvet olarak tesmiye edilen araçlar olarak kalmakla yetinmez, kendilerinden daha ileri ve farklı misyonlar vehmederler.
örneğin, güya halkın haber alma hakkını yerine getirirken, bir yandan da resmi ideolojinin halkı batılılaştırma, modernleştirme ve adam etme projelerinin bir uzantısı halinde işlev görürler.
Dahası; haberciliklerini de bu resmi projelere “eklemlenmişlik” duygusu içinde ve elbette bu özel misyonun getirdiği bir menfaat alanını da gözeterek yapmaya çalışırlar.
öyle olunca da kimi zaman yargının, kimi zaman yürütmenin, kimi zaman yasamanın işlerini, uhdelerinde görmeye bayılırlar.
Konjonktürel olarak yerine göre siyasi dengelerin oluşturulup iktidarların belirlenmesinde, yerine göre de iktidarlarla adı konulmamış pazarlık ilişkileri geliştirilmesinde etkin bir rol oynamaya çalışırlar.
Yakın siyasi tarihimiz, medya-siyaset-ticaret-bürokrat ilişkilerine dair zengin örneklerle doludur.
6 yıllık AK Parti iktidarı döneminde medyanın hükümete karşı izlediği genel çizgiye baktığımızda, yine adı konulmamış ve kendilerince tek taraflı olarak zımnen deklare edilmiş örtülü bir teklifin ipuçlarını elde edebiliriz.
Hükümete lisan-ı hal demeye çalıştıkları şudur:
“Bu ülkenin muhafazakâr kesimlerini rahatlatacak herhangi bir demokratik açılım getirmediğin sürece, AB ile ilişkiler, Kürt sorunu, azınlık hakları vs. başka alanlarda yapacağın her türlü reformu ve düzenlemeyi destekleriz. Aksi halde bütün gücümüzle bildik gerilim ortamlarını oluşturmanın gayretkeşliğini yaparız.”
AK Parti 28 Şubat anlayışının siyasi ve toplumsal hayatımızda yol açtığı ağır tahribatların ardından, halkın büyük teveccühüyle tek başına iktidara geldi.
İlk 5 yıllık döneminde özellikle AB perspektifi içinde büyük reformlar yaptı.
Bu dönem içinde sadece muhafazakâr çevrelerin değil, toplumumuzun çok büyük bir kesiminin büyük önem verdiği başörtüsü sorunu, katsayı adaletsizliği vb. konularda hiçbir adım atılmadı.
Yapılan düzenleme ve reformlar, daha ziyade AB’nin de hassasiyet gösterdiği konularda yoğunlaşıyordu.
AB’nin ilgi göstermediği ama halkın önemli bir bölümünün çözülmesini beklediği sorunlar, bir kenarda duruyordu.
Yapılan reformlara medya büyük ölçüde alkış tutuyordu.
Onlar tek taraflı deklarasyonları gereği seslerini yükselteceği zamanları biliyorlardı.
Nitekim 1. AK Parti iktidarı döneminde bir ara katsayı meselesi gündeme gelir gibi oldu, hemen yeri göğü inletip irtica haberlerini bir anda sıklaştırdılar.
Benzeri bir yoğunlaşma, zina konusu tartışılırken de olmuştu.
Her an teyakkuz halinde bekler hallerini hep sürdürdüler.
Ne zaman ki, AK Parti ve MHP’nin ortak gayretiyle üniversitelerdeki başörtüsü sorununun çözülmesi gündeme geldi, yine yeri göğü oynattılar.
Hala da bu sorunun “kanayan bir toplumsal yara” olarak devam etmesi için ellerinden gelen bütün oyunları sahnelemeye çalışıyorlar.
Siz bakmayın; “şu anda zamanı mıydı, biraz daha uzlaşma yapılamaz mıydı” türünden medyatik takiyeciliğe.
Değil 5 yıl, 15 yıl daha böyle geçse söz konusu medyamız “şu başörtüsü sorununu artık çözelim” demeyecekti.
Aynı şekilde, beklenip beklenip 15 yıl sonra çözüm için bir şeyler yapılmış olsa, gene aynı tepkileri ve gerginlikleri göstereceklerdi.
çünkü bizdeki “medya”, bildiğimiz anlamda medya değil.
Tırnak içinde bir “medya” bu.
Kendinde vehmettiği misyon çok başka ve çok öte.
Böyle olduğu içindir ki, halkın oylarıyla iş başına gelmiş 400’ü aşkın milletvekilinin yaptığı bir oylamayı, “kaos için parmak kaldırdılar” diye manşetten yaftalayabiliyorlar.
Sen medyaysan, “şöyle oldu, böyle oldu, şu kadar evet, bu kadar hayır çıktı” diye haber yaparsın.
Eğer bu oylamayı kaos olarak yorumluyorsan, bu konuda görüşlerini yazacak köşe yazarların var zaten..
Dileyen köşelerinde dilediği yorumları yapar; ama halkın seçtiği milletvekillerini “kaos parmakları” diye manşetlerden küçültmeye çalışmak, karalamak neyin nesi?!
Medya olarak hangi yasanın yapılıp hangisinin yapılmayacağına sen mi karar vereceksin?
Seçim zamanı sandığa sen mi giriyorsun?
Elbette medya iktidarları eleştirecek, ama 27 Mayıs'la tehdit ederek değil..
Her işin olduğu gibi eleştirinin de bir adabı var.
Sert eleştirilerinden dolayı Başbakan’a “Nerede demokratik nezaket” diye soranlar, aynı Başbakan’a 27 Mayıs tehdidinde bulunurken de “demokratik nezaketi” hatırlasalar fena mı olur?
Türkiye demokratik normali bütün kalite ve standartlarıyla yakalayan, huzurlu ve müreffeh bir ülke olacaksa, öncelikle herkes kendi işini yapacak.
Başkalarının işine sulanmayacak.
Hele TBMM ve medya plazalarını asla “paralel yerler”miş gibi düşünmeyecek.
Başka her konu bundan sonra!..