Adil Teymur Hoca’nın ardından...
Adil Teymur Hoca da Hakk’a yürüdü. Allah gani gani rahmet eylesin. Üsküdar İmam-Hatip Lisesi’nin III. Selim dönemine ait tarihi binasında 3-5 yılımız birlikte geçmişti. Emekliliği çoktan gelmiş olmasına rağmen, uzun yıllar göreve devam etmiş, hem öğrencilere hem de hocalara hocalık yapmayı sürdürmüştü. Oğulları Osman ve İbrahim aynı okulda talebemiz oldu. Her ikisine ve kerimesi Farika Hanım’a sabr-ı cemil dilerim.
Kendilerini, birkaç yıl önce Gaziantep’teki Ökkeş Eruslu Camii’nde ziyaret etmiştim, kadîm dostum Mustafa Ünsal’la birlikte. Uzun uzun sohbet etmiş, eskileri yâd etmiştik... Umran Dergisi’nin “Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar” dizisinde Adil ve Alanur Teymur’un hayat hikayesini yazmış ve yayınlamıştım.
1931 Gaziantep doğumlu olan Adil Teymur Hoca Gaziantep’in köklü ailelerinden Teymurlar’a mensup. İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okurken kendisini ilme veren; Üsküdar-Kısıklı’da Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’den Arapça öğrenmeye başlayıp sonra Hukuk’u bırakarak Edebiyat Fak. Arap-Fars Dilleri’ne giren Adil Hoca, Farsçayı öğrenmek için İran’a, Arapçayı öğrenmek için de Irak’a gider. İran’da Mevlana Celaleddin Rumi’nin eserlerini inceler. Bağdat’ta İmam Buhari’nin hocasının hocası Abdullah ibnü’l Mubarek’in yazma eserleri üzerinde yüksek lisans yapar ve onun Kitâbu’l-Cihad (1980) ve Kitâbü’z Zühd Ve’r Rekâik’ini (Zahidlik ve İncelikler - 1992, Seha yay.) dilimize kazandırır. Sonra İbnü’l Mübarek üzerine doktora çalışmasına başlar ama bazı talihsizlikler sebebiyle tez aşamasında bırakır. Fakat Adil Hoca, bu konunun peşini bırakmaz, İbnü’l-Mübarek’in yazma eserleri üzerinde yıllarca çalışarak; Asr-ı Saadetin Köprüsü – Abdullah ibnü’l Mubarek isimli kitabını yayınlamayı başarır. Adil Hoca, bir ara Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’ye intisab etmiş, ilmî birikimi, kuvve-i nâtıkası ve hoş sohbeti ile İskenderpaşa’da ona vekaleten sık sık vaaz kürsüsüne de çıkmıştır. Adil Teymur Hoca’nın Arapça’dan çevirdiği eserlerden en çok bilineni ve istifade edileni ise, Münir Gadban’ın Peygamberimizin Hayatı ve Davet Metodu isimli eseridir.
Rahmetli eşi Alanur Hanım bir süre Fransız Notre Dame de Sion Koleji’nde okumuş ve okula egemen olan batıl(ı) yaşam tarzına uyum sağlayamadığı için de ayrılmak zorunda kalmış; eli kalem tutan bir insandı. Dame de Sion’da Bir Ders Yılı ile İnananlar ve İnanmayanlar isimli eserlerini kendi imzasıyla; Yedi Başlı Devin Cellatları ve Yedi Başlı Devin Kurbanları’nı ise Cahide Yazar imzasıyla yayımlamıştı... 1970’lerde çeşitli gazete (Milli Gazete, Yeni Asya, Bugün ve Bizim Anadolu) ve dergilerde kendi adıyla dizi romanları, makaleleri yayınlanmış; ayrıca yine kendi adıyla bir çok küçük hikaye ve şiir kitapları da basılmıştı... O yıllarda Anadolu’yu dolaşarak hanımlara yönelik seri konferanslar da vermişti Alanur Hanım... Onun Adil Hoca’yla birlikte Bağdat’ta bulunduğu ve altıncı çocuğuna hamile olduğu sırada yaptığı hac yolculuğu ibretlik bir olaydır. Hz. Ebûbekir’in (r.a) hanımının hac sırasında doğum yaptığını öğrenince, Bağdat’tan beş çocukla birlikte Kâbe yollarına düşerler... Bu maceralı hac seferinde yaşadıklarından ve gözlemlerinden hareketle, daha doğru, daha huşûlu ve coşkulu bir hac için yapılması gerekenleri küçük bir el kitabı (Zemzemden Damlalar) şeklinde hazırlar. Bu kitapçık ertesi yıllarda binlerce basılıp dağıtılır...
Adil Hocamızla 80’li yıllarda, Üsküdar-Sirkeci vapurunda yaptığım bir sohbeti hiç unutmam. Derdimiz o gün-bu gündür hep aynı: Müslümanlar olarak îman ettiğimiz Kitab’ı gereğince okuyup anlama ve yaşama konusundaki eksikliklerimiz. Müslümanların temel eğitim kitabı olarak Kur’ân-ı Kerîm’i merkeze almak yerine farklı metinlere yöneldiklerini, ulemanın eserlerini Kur’ân’ın önüne geçirerek O’nu ihmal ettiklerini, bunun da birçok problemi beraberinde getirdiğini konuşuyor, dertleşiyoruz. Furkan suresinin 30. âyetini hatırlatıyorum: “Ve Rasûl dedi ki: Ey Rabbim; doğrusu ümmetim bu Kur’ân’ı terkedilmiş bıraktı.” Âyetin bu tercümesini Adil Hoca hemen düzeltiyor: “Abdullah efendi (bir nezaket ifadesi olarak dostlarına genelde böyle hitap ederdi), dikkat buyurursanız, âyette ‘metrûk’ değil de ‘mehcûr’ ibaresi kullanılıyor; dolayısıyla Yüce Rabbimiz, Peygamberinin ağzından ‘Kur’ân’ı terketmek’ değil de, ‘Kur’ân’ı mehcûr bırakmak’ tehlikesine dikkat çekiyor. Bu ikisi arasındaki fark ise şu: Terk etmek; kabul edilmeyen, beğenilmeyen, sevilmeyen bir şey için söz konusu olur ve terk edilen şeyle terk eden arasında bir sevgi bağı bulunmaz. Oysa ‘mehcûr’ bırakmak; bir şeyden, bir yerden hicret etmek böyle değildir. Kişi sevdiği, hatta bırakmak istemediği şey/yerden hicret etmek durumunda kalabilir. Meselâ; Peygamberimiz (s.) çok sevdiği ve terk etmek istemediği halde Mekke’den hicret etmek zorunda kaldı. Gönlü Mekke’de, Kâbe’de idi.”
Makamının Cennet olması duasıyla, Adil Hocamın bu âyetle ilgili yorumunu sizlerle paylaşıyorum:
“Müslümanlar Kur’ân’ı seviyorlar, öpüp alınlarına koyuyor, O’nu güzel mahfazalar içinde duvarlara asıyorlar, kütüphanelerin en mutena yerinde saklıyorlar ama O’nu yeterince akletmiyorlar; O’nun ilkelerini hayatlarında tam manasıyla uygulamıyorlar; emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak hususunda gereken titizliği göstermiyorlar, böylece O’ndan uzaklaşıp hicret ediyorlar da farkında olmuyorlar...”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.