Bu korkutuculardan korkulur
“Godot’yu Beklerken” Samuel Beckett’ın ünlü bir oyunu.
Oyunun, “varoluşsal” sorunlar çeken kahramanları, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırken, gitgide gerçeğin kesinliğinden uzaklaşıp tuhaf bir atmosfer içinde Godot’u beklerler.
Kimdir Godot? Ya da nedir?
Aslında beklenen Godot’nun ne olduğu belli değildir.
Godot’yu bekleyenler de neden beklediklerini tam olarak bilemedikleri halde, beklemeyi kendilerine iş edinenlerdir. Godot, bir şeyleri değiştirmek için kendisinde çabalama gücü ve niyeti bulamayanların yarı masalımsı hoş bir avuntusudur belki de.
Oyundaki şu diyalog, beklenen Godot’ya nasıl bir kurtarıcılık misyonu biçildiğini iyi özetler:
Vladimir: Ama gelirse?
Estragon: Kurtuluruz!
TBMM’de yapılan yasal değişikliklerle başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması ihtimalinin gündeme gelmesinden bu yana, birtakım çevrelerin değişik beklentileri dile getirmesi, bana bu hayali öyküyü hatırlatıyor.
Tabii arada önemli bir fark var; öyküde insanlar büyük bir umutla kendilerini kurtaracak bir kahraman bekliyorlar, bizdeki “bekleyiciler” ise, kendi yaşam biçimlerini yavaş yavaş ortadan kaldıracak bir “öcü”yü.
Bizimkiler de Godot’yu bekliyor ama tersinden!
çünkü onların Godot’su adeta bir “felaketler prensi”.
Pazar günü bir röportaj okudum.
70 yaşına gelmiş, bu ülkenin özelliklerini herkesten daha iyi bilmesi ve tanıması gereken bir gazeteci, artık büyük felaketlerin beklenmesi gerektiğini, kendisinin Türkiye’den tamamen umutlarını kestiğini şöyle anlatıyordu:
“Hiç umudum kalmadı. Gör bak daha neler olacak… Bu ülkenin nereye gittiğini görüyorum… Bitti diyorum artık. Olan oldu… Yaşım 70. Genç olsam çeker giderdim..”
Gazetecimiz söylediklerinden o kadar emin ki tarih de veriyor:
“İki yıl içinde her şey anlaşılacak… Din başka bir şey. Dağın tepesinden kartopunu yuvarladığın zaman nerede duracağı ve kimi ezeceği belli olmaz… İki senede Türkiye’nin nereye gittiğini herkes görecek. Artık hiç umudum yok. Kartopu yuvarlandı.”
Bu gazeteci gibi birçok kişi, benzer şeyleri söyleyip duruyorlar gazete ve televizyonlarda.
Habire korku senaryoları üretiyorlar.
Korkularında samimiler veya değiller.
Ya da içtenlikle korku duyanlar da vardır diyelim.
Hatta bir an için bütün bu korkular, birtakım ideolojik manevraların değil, samimi kalplerin işidir varsayalım.
Peki olan ne?
Onları böylesine “tersinden Godot beklemeye” iten olay, üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması ihtimali.
İyi de, bu durumda, kendi yaşam biçimleriyle ilgili olarak hissettiklerini söyledikleri korkular, “Ne yani, bu yasal değişiklikle birlikte artık başkalarının yaşam biçimine müdahale edemeyecek miyiz” endişesiyle beslenen bir korku olmuyor mu?
Doğrudur; bu ülkede yıllardır bir “yaşam biçimine müdahale” konusu konuşuluyor ama kimin üzerinden ve neyi hedefleyerek?
Siz bu ülkede başını açanların nasıl giyinmesi gerektiğinin “toplumsal bir sorun” olarak tartışıldığını gördünüz mü?
Varsa yoksa başörtüsü ve başörtülü hanımlar.
Başörtülü hanımlar, birilerinin, yakın gelecekte yaşanacağına dair sürekli pompalamaya çalıştıkları “yaşam biçimine müdahale” konusunu yıllardan beri fiilen görüp yaşamıyorlar mı?
Evet, onların ileride karşılaşmaktan potansiyel olarak endişe ettikleri müdahaleyi başörtülüler yıllardan beri ve el’an yaşıyorlar.
Bu nasıl bir anlayıştır ki, başkalarının yaşam biçimine müdahale edilmesiyle ortaya çıkan bir mağduriyetin izalesi bile, “kendi yaşam biçimine tehdit” olarak algılanabiliyor?
Bu nasıl bir yaşam biçimidir ki, ancak başkalarının özgürlüğü yok edildiğinde emniyette ve korunaklı varsayılıyor?
Bu nasıl bir yaşam biçimi algılamasıdır ki, sürdürülmesi için illa da bir mağdur kesimin varlığı gerekiyor?
Niye bu çevreler, “Kimsenin yaşam biçiminden dolayı mağdur olmadığı bir düzen oluşturmak da mümkün. Gelin hep birlikte bunun için gayret gösterelim” demek yerine, illa da bir tarafın mağdur edildiği; adalet ve hakkaniyetten yoksun bir düzenden başkasını tasavvur edemiyorlar?
Böylesine tuhaf ve anlamsız korkular üretenlere sormak lazım:
Bir insan kendi toplumunun bu kadar mı ücrasında yaşar?
Bir insan kendi toplumunu bu kadar mı tanımaz?
Hele bu korkutucuların bir de toplumsal kanaat önderi muamelesine tabi tutulup köşe başlarını tuttuklarını gördükçe…
İtiraf ediyorum;
Asıl ben korkuyorum!.
------
münaşaka
DSP lideri Zeki Sezer, “İnsanımızı kucaklayan, evrensel sol değerlere bağlı, ama Türkiye’ye özgü sorunları da çözecek yerli bir sol projeyi hayata geçirmemiz lazım. Yerli sol, bakın tekrar ediyorum, yerli sol” demiş.
Bizdeki solun “yerli” olmadığı başörtüsüne yabancılardan ithal bir giysiymiş gibi bakmalarından belliydi zaten.
Meğer kendileri yerli değilmiş!..
-------
sözünözü
Gerçekleri güneşe benzetirler, doğrudur. Gözlerimizi yaralar korkusu ile çok kez bakamayız. (Cenap Şahabettin)