İdrak ve iman
Yedi tepeli İstanbul’dan kast edilenin, suriçi tarihî İstanbul olduğu ve çok daha geniş bir alana yayılan günümüz İstanbul’unda yüzlerce, binlerce tepe bulunduğu mâlûm.
Ama hiçbiri o meşhur ve tarihî yedi tepenin anlamıyla örtüşmüyor. Yahya Kemal’in “Aziz İstanbul”a baktığı tepe de onlardan biri olmalı.
(Yeri gelmişken, bu yedi tepeyi hatırlayalım:
(1. Ayasofya Camii, 2. Nurosmaniye Camii, 3. Beyazıt ve Süleymaniye Camileri, 4. Fatih ve Zeyrek Camileri, 5. Yavuz Selim Camii, 6. Edirnekapı Mihrimah Camii, 7. Haseki Külliyesi.)
Geçen gün, her birinin üzerinde zarif kubbe ve minareleriyle muhteşem camilerin yükseldiği bu yedi tepeye kurulan tarihî İstanbul’un, tepelerin arasını dolduran mesafelerdeki yokuşlarından birini tırmanırken çok ilginç birşeye şahit olduk.
Yerdeki parke taşlarının arasında, daracık ve sığ bir kanala dönüşen oyukta aşağı doğru akan su, birkaç kedinin takibine takılmış. Ağır ağır hareket eden suyun mahiyetini; düşman mı, yoksa oyun arkadaşı mı olduğunu anlayabilmek için burunlarıyla koklayıp patileriyle yokluyorlar.
Ama ondan, her iki ihtimal için de, bekledikleri reaksiyonu alamıyorlar. Su, tabiatına uygun bir sükûnetle akışını sürdürmek dışında bir tepki vermiyor. Ne saldırıyor, ne de oyun oynuyor.
Deterjan köpüklü kara suyun ilerlemesi ve aktığı kanalın darlığı, ona bildikleri ve alıştıkları su muamelesi yapıp, dillerini kullanarak içmelerine de meydan vermiyor. Öylece durup bakıyorlar.
Kediler daha sonra ne yaptılar, bilmiyorum.
Muhtemelen, bu hareket halindeki esrarengiz varlıktan kendilerine bir zarar gelmeyeceğini, ama oyun arkadaşı da olmayacağını “anladıktan” sonra başka meşguliyetlere yönelmiş olmalılar.
Bu enstantanenin bizi düşündüren tarafı şu:
Yaratıcının kedilere verdiği kabiliyetler, onlara bu akıntıyı fark ettiriyor, ama mahiyetini anlamalarına kâfi gelmiyor. Bunun için epeyce uğraşmalarına rağmen işin içinden çıkamıyorlar.
Onun cansız bir atık su olduğunu, kendilerine düşman da, oyun arkadaşı da olmadığını anlayabilmek için akıl ve idrak sahibi olmaları gerekiyor. Bu akıl ve idrak de sadece insana verilmiş.
İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran ve üstün kılan en önemli meziyet ve kabiliyet de bu akıl.
Ancak insandaki akıl ve idrakin de sınırları, engelleri ve mertebeleri var. Bu sınır ve engelleri aşıp mertebeleri kat edebilmek için ise, vahyin yol gösterici rehberliğine muhtaç. Tek başına akılla ne kendisini tanıyabilir, ne varlık âlemini ve kâinatı anlayabilir, ne maddî âlemin ötesindeki lâhutî maneviyat âlemlerine aşinalık kazanabilir, ne de hadiselere isabetli yorumlar getirebilir...
Nitekim insanlığın inanç, fikir ve yaşayış alanlarında içine düştüğü bütün sapmalar, bu gerçeğin neticeleri. Materyalizm ve türevi olan bilumum menfî ideolojiler, herşeyi bu dünya hayatından ibaret zanneden görüşler, ahlâkî bozulmalar, insanın yüksek fıtratına yakışmayacak tarzdaki çok sefil ve aşağılık yaşayış tarzları, v.s.
Sadece “kafa feneri”nin sönük ışığı, yürünen yolu, her adımı tuzak dolu, izbe ve bataklık bir mecra olarak gösterip çok yanlış yerlere götürür.
Hakikati doğru anlayabilmek ve hayata o temelde sağlam bir istikamet verebilmek için, her mesajı akla uygun olan, ama aklın tek başına erişip idrak edemeyeceği vahyi rehber almak şart.
Akıl, Yaratıcının insana bahşettiği bütün yüksek kabiliyetlere konulan ilânihaye sonsuz tekâmül potansiyelinin de zembereği. Ama vahiyle bildirilen ölçüler ışığında çalıştırıldığı takdirde.
Allah’ın yeryüzündeki halifesi sıfatını kazanıp âlâ-yı illiyyîne çıkmanın sırrı, aklın “kâinattaki nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açan bir anahtar” (Sözler, s. 50-1) olarak kullanılmasını öngören imanî bakış açısında.
İmandan mahrumiyet, insanı, kedilerden farksız, hattâ onlardan daha aşağı bir konuma sürükler. Kendisine verilen akıl nimetine rağmen, hiçbir şeyi anlayıp idrak edemeden göçüp gider.