Hâl, daima kâlden üstündür

Hâl, daima kâlden üstündür

Bu günlerde dostlardan çok telefon ve mektuplar alıyorum. Alevî kardeşlerim için söyleyip yazdıklarıma kızıyorlar. Hapishane arkadaşım, Çorumlu Koca Şakir de onların arasında... “Gerçek Alevîleri madem ki bu kadar seviyordun, (burada adını vermek istemediğim bir arkadaştan bahsederek) onunla neden Ankara Cezaevi’nde yattığımız süre içinde hiç konuşmuyordunuz?” diyor. Sorduğu meselenin arka plânını, kendisi benden iyi biliyor.
O arkadaşımız çok mertti. Kafası da her zaman bozuktu. Onunla samimi olsaydık, başımız dertten kurtulmazdı. Halbuki ben bütün deliliğime rağmen, bir an önce hapishaneden çıkmak istiyordum. Dışarıda mukaddes davam, benden hizmet bekliyordu. İdare ise beni harcamak için fırsat kolluyordu. Sanki hapishanede yatmıyordum da, mayın tarlasında yürüyordum.
O arkadaşımızın dayısı, Ankara Cezaevi’nde başgardiyandı. Kendi kafasından birtakım yasaklar koyuyordu. Meselâ hapishanede cemaatle namaz kılınmasına müsaade etmiyordu. Takke giyilmeyeceğini söylüyordu. Mübarek Ramazan da yaklaşmıştı. Biliyordum ki dede geçinen despot başgardiyan bir halt karıştıracak, benim de başım belaya girecekti. Rahmetli Kemal Pilavoğlunun yattığı Kule Altı (o zamanki Metin Toker gibi CHP’li siyasî mahkûmların deyimi ile Ankara Hilton) koğuşu, diğer mahkûmlar için bir çeşit dinlenme yeriydi. Sanıyorum Bediüzzaman Hazretleri’nin has talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeyi de oraya getirmişlerdi.
Selanikli müdürden bir süre kafamı dinlemek için beni Kule Altı’na vermesini istedim. Canlarına minnetti. Derhal kabul etti. Mahkûmlar tarafından çok sevilirdik. Gözümüzü budaktan sakınmazdık. En ufak bir haksızlık gördük mü, idarenin karşısına dikilirdik. Böylece hapishanede huzursuzluk çıkmış olurdu. Bu da yönetimin hoşuna gitmezdi.
 Ben Kule Altı’na gidince... Başgardiyan zulmünü daha fazla artırmıştı. Cemaatle namaz kılanları, zindana tıkıp dövmeye başlamışlarmış.. Mahkûm arkadaşlar, bir an önce Kule Altı’ndan çıkıp aralarına katılmamı istiyorlardı.
Tam o sırada, başgardiyan yanında birkaç gardiyanla Kule Altı’na geldiler. Ortada hiçbir sebep yok iken, dede başgardiyan, son derece saygısız bir üslûpla “Şu Osman netmiş, şu Osman?” diyordu. Önce kimden bahsettiğini anlayamadım. “Osman Bölükbaşı’dan mı bahsediyorsunuz?” dedim.Hayır hayır, öteki Osman” dedi. “Yoksa sözünü ettiğiniz Serdengeçti Ağabeyim mi?” dedim. Tabiî ki o da değilmiş. Anladım ki dede oraya benim başımı belaya sokmak için gelmiş. Bir de utanmadan “Canım şu Halife Osman’dan söz ediyorum” demesin mi?
Birden hapishane başıma yıkıldı. Artık kendimden geçmiştim. “Hz. Osman-ı Zinnureyn’i bir daha saygısızca ağzına alırsan, seni öldürürüm” diye bağırdım. “Zerre kadar cesaretin varsa, beni buradan çıkar” dedim. Beni hapishanenin en ağır mahkûmlar koğuşuna verdi. Aklı sıra bizi biribirimize düşürecekti.
Derhal kararımızı verdik. Teşkilatımızı kurduk. Başgardiyanı dünyaya geldiğine pişman edecektik. Yeğeni de geldi bize katıldı. “Siz böyle bir karar almakla, beni, akraba kanına elimi bulaştırmaktan kurtardınız” diyordu.
Dayı Alevîliği istismar eden bir Rafizi idi. Yeğen ise namazında niyazında, Allah ve Resulü yolunda Alevî kökenli gerçek bir Müslümandı. İşte ben öylesi Alevîleri, canımdan çok seviyorum. Var mı bir diyeceğiniz? Derin saygılarım ve dualarımla...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi