İslâm ve Türkler
Müfessirlerin yorumuna göre, bin yıllık tarihimizde üstlendikleri misyon, “Allah öyle bir kavim getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler” mealindeki Maide Sûresi 54. âyetinde haber verilen kavmin Türkler olduğunu fiilen gösterdi.
Bediüzzaman da milliyetçilikle ilgili izahlarında Türklere seslenirken bu mânâyı ifade ediyor:
“Bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı (hücumları) def ettiniz, (yukarıdaki âyete) güzel bir mâsadak oldunuz...”
Arap toplumuna inen İslâmın, yine Araplar eliyle üç kıt'aya yayıldığı ilk dönemlerden sonra, i’lâ-yı kelimetullah sancağını Abbasîlerden devralarak dalgalandırmaya devam eden kavmin Türkler olması, bu mânânın tefsiri niteliğinde.
Yine Said Nursî, bu mânâ ile çok yakından irtibatlı bir başka hakikati de şöyle ifade ediyor:
“Türk milleti, anasır-ı İslâmiye (İslâm kavimleri) içinde en kesretli (fazla) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır...”
(Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, s. 543)
Avam lisanında, yabancı birinin İslâmı seçmesi için kullanılan “Türk olmuş” ifadesi, Müslümanlıkla Türklük arasındaki bu derin bütünleşmenin toplumsal bilinçaltına ne kadar yer etmiş olduğunu gösteren çok tipik ve ilginç bir örnek.
Türk kimliğinin İslâmla bu derece özdeşleşmiş olması, diğer Müslüman kavimlerin Türklere müsbet bakışının da temelini teşkil etmekte.
Bu imajla cihan devleti olan Osmanlının, Endonezya’dan Afrika’nın en ücra köşelerine kadar her yerde hâlâ hayırla anılması, Açe’deki Cuma hutbelerinde yakın zamana kadar Osmanlı halifelerine duâ ediliyor olması, bunun örnekleri.
Ve günümüz dünyasında, 1.5 milyarı aşan bir nüfus potansiyeline sahip Müslümanlarla pozitif iletişim kurmamıza imkân verecek en önemli manevî bağ ve irtibat unsuru, İslâm kimliğimiz.
Stratejik, siyasî, kültürel, ekonomik, ticarî, v.s. hangi açıdan bakarsanız bakın, kesinlikle gözardı edilemeyecek çok muazzam bir avantaj bu.
Asırlarca iç içe yaşadığımız farklı kavimlerle ilişkilerimizde de İslâm, bizi birbirimize bağlayan en önemli irtibat noktalarının başında geliyor.
Bediüzzaman’ın, evvelce “Ben Müslüman bir Türkü fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar” derken, sonra Türkçü muallimlere tepki olarak “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” deme noktasına gelen Kürt talebesinden verdiği örnek (Tarihçe, s. 1100), aradaki İslâm bağının önemini ve bu bağın tahribi halinde doğacak sonuçları çok iyi ifade ediyor.
Aradan geçen yüz sene zarfında yaşadıklarımız ve gelinen nokta ise, olayı iyice netleştiriyor.
Eğer Türkiye’yi bütün İslâm âlemiyle beraber bir dünya gücü haline getirebilecek bir potansiyel son derece sığ, düzeysiz ve kasıtlı yaklaşımlarla karalanıp “ümmetçilik” diye aşağılanmasa ve aynı sınırlar içinde birlikte yaşadığımız farklı unsurlar “Ne mutlu Türküm” demeye zorlanmasaydı, bugün çok daha farklı yerlerde olurduk.
Ne kimse Türk kelimesinden alerji duyardı, ne de Türkiye adını taşıyan bir ülkenin vatandaşı olmaktan rahatsız olurdu. Türklük buyurgan, dayatmacı, düşmanca bir imajın değil, sevgi ve saygıyla kucaklanan bir kimliğin ifadesi olurdu.
İslâm kardeşliği ve dayanışmasını “ümmetçilik” tabiriyle küçümseyip yerden yere vururken, onun yerine “Türkün Türkten başka dostu yoktur” sözünde ifadesini bulan yalnızlıktan başka birşey koyamayan zihniyetle varılan yer ortada.
Şimdi Türkiye hem içeride, hem dışarıda bu tecrit halinden kurtulmanın sancılarını yaşıyor.