Cahiliye vahşeti

Cahiliye vahşeti

Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde, Medine isimli 16 yaşındaki bir genç kızın, evlerinin bahçesindekiçukura diri diri gömüldüğünün ortaya çıkması, herkesin kanını donduran bir vahşet örneği olarak toplumsal hafızaya kazındı.

Bu tür ilkelliklerin on beş asır önce, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen Arap kabilelerine izafe edilen Cahiliye döneminde kaldığı ve 21. yüzyılın “medenî” dünyasında böyle şeylerin asla yaşanmayacağı düşüncesinin son derece büyük bir yanılgı olduğu böylece bir defa daha tüyler ürpertici bir şekilde gözler önüne serilmiş oldu.

2000’li yıllara da, canlıyken mi, yoksa başka yöntemlerle öldürüldükten sonra mı domuz bağıyla bağlanıp toprağa gömüldükleri bilinmeyen “Hizbülvahşet kurbanları”nın o unutulmaz ve dehşet verici görüntüleriyle girmemiş miydik?

Daha bunların ötesinde, insanlığın güya medeniyet ve teknolojinin zirvesine çıktığı 21. asır, iki dünya harbi ve ardı arkası gelmeyen yerel savaşlarda hunharca işlenen sayısız katliamla, “en kanlı yüzyıl” olarak tarihteki yerini almadı mı?

Önceki çağlarda olmayan “kitle imha silâhları” tabiri, savaş terminolojisine aynı yüzyılda girdi.

Bediüzzaman, “Gerçekten insan çok zalim ve çok cahildir” mealindeki Ahzab Sûresi 72. âyeti tefsir ederken, hayvanın aksine olarak insan fıtratındaki meleke ve meyillere sınır konulmadığını ifade ettikten sonra, zulüm meylinin de dizginlenip kontrol altına alınamadığı ve bu meyil, ego, bencillik, gurur ve inat gibi hislerle de takviye edildiği takdirde doğacak sonuçları “Öyle ekberül-kebairi (büyük günahların en büyüklerini) icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin vücuduna delil olduğu gibi, cezası da yalnız cehennem olabilir” (Eski Said Dönemi Eserleri, Sünuhat, s. 478-9) sözleriyle anlatıyor.

İnsanın, kendi yapacağı tercihe bağlı olarak âlâ-yı illiyyîne çıkabileceği gibi, esfel-i sâfilîne de yuvarlanabilecek bir istidatta yaratılmış olması hakikatiyle çok yakından irtibatlı bir durum bu.

Yine Said Nursî’ye “Cehennem lüzumsuz değil” dedirten dehşetli zulümler, yukarıda meali verilen âyetteki “zalûm” nitelemesinde vurgulanan “zalimlik mertebesi”nin şiddetini örnekliyor.

Demek ki, insanda potansiyel olarak o damar hep mevcut. Ve bunun kontrol altında tutulması için, sağlam temellere bina edilen bir terbiye ve tasfiye ameliyesi gerekiyor. Asr-ı Saadette gerçekleşen iman inkılâbının toplum hayatına yönelik mucize niteliğindeki muhteşem yansımalarından biri de işte burada kendisini gösteriyor.

İşârâtü’l-İ’caz’daki ifadelerle, “Asr-ı Saadette İslâmiyetin doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular.” (s. 269-70)

Bu vahşi âdetin yalnızca belirli kişilerle sınırlı olmayıp, son derece yaygın bir gelenek olarak uygulandığı koca bir toplumda böyle “alçak huyları imha ve izale” ederek, yerlerine yüksek ahlâkı tesis eden bu müthiş değişim, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sayısız mucizelerinden sadece biri.

Onun yolunda giden Üstadın ve talebelerinin, haksız ithamlarla konuldukları cezaevlerindeki irşad ve tebliğleri neticesinde, aralarında seri cinayetlerden mahkûm olan azılı katillerin de bulunduğu mahpusların tahtakurusunu öldürmekten çekinir hale gelmeleri, aynı sırrın tezahürü.

Peki, Ahirzaman Peygamberinin getirdiği dine bağlılık iddiasında olan, Müslüman ismi taşıyan, hattâ iddialar doğru ise tarikat intisabı bulunan birileri, nasıl oluyor da, on beş asır öncesinin cahiliye vahşetini andıran cinayetler işleyebiliyorlar?

İşte burada, dinin özünü ve temel prensiplerini doğru anlayıp hazmetme ve yaşama meselesi önümüze çıkıyor. Bir insanın haksız yere öldürülmesini bütün insanlığın katli ile eşdeğer tutan bir dinin mensupları, o cinayetleri asla işleyemezler.

İşleyenlerin dinle alâkası, kendi vahşet ve taassuplarına din kisvesi takma vebalinden öteye gidemez ve böylelerine “insan” dahi denilemez...


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi